Talha Özmen

Kuş cıvıltılarının klavyemin mekanik tuş seslerine karıştığı balkonumdayım. İç içe geçmiş bu tarz bir senfoniye İstanbul’un merkezinde şahit olduğumu hatırlamıyorum. Bu yabanıl duyguların kalıcılığını amaçlayarak cümleleri dizmeye koyuldum. Varlığını bildiğimiz ama gelişini gözlemediğimiz bir dinginlikle yazıyorum aklımda seyredenleri. Sükûtun şen şakrak türküler çığırarak sokağımı baştan çıkarışını dinliyorum. Yükseklere, kendisinden beklenileceği gibi âheste ama azimle tırmanan ihtiyar güneşin, sadaka kıvamlı tebessümüyle parlıyor asfalt. İnsan işgali ve zulmünden kurtulan sokakta kediler koşturuyor, mahallenin âşinâ olduğum köpeklerinden biri yolun tam ortasında güneşleniyor, karnı ağır ağır inip kalkıyor, dışarıdaki insansız huzuru soluyor. Kırk sekiz saat aç kalmak korkusuyla uyuyamayan biz tokların beyhûde kavgası bu sokaklarda hiç yaşanmamış gibi sakin bir bahar sabahı. Önceden camdan ve balkondan sokağın cümbüşüne bakarken, baharın selamını kabul etmek için dışarıdaki debdebenin davetine icabetle kendimizi sokağa atarken yahut burun kıvırırken, bugünkü durgunluğu muhtemelen hayal edemezdik.
 
Durgunluk, sâkinlik ve dinginlik, bu üçü yaşadığımız çağın en sevmediği sözcükler olabilir. Sanayi devrimiyle -daha doğrusu sanayileşmenin insanlığın üzerine devrilmesiyle- başlayan koşturmaca, hayatın her alanında hep bir sonrasına ulaşma sevdası ve ona sahip olunca daha mutlu olunacağı algısı bizi bu sâkinliğe yabancılaştırmış. Haz, hız ve tüketmek temelleri üzerine, gökdelen şâşaası ve gecekondu kırılganlığı ile inşâ edilen modern dünyada ‘hızlı tüketilir hazlar’a ulaşımdaki duraksama toplumu kaygıya ve belki de zihnî bir iflasa sürüklüyor olabilir. Tüketmenin ihtiyaçtan değil ihtirastan sebep yapılan bir eylem halini alması, uzun süredir ‘üretmek’ ve ‘üretken olmak’ın sadece iş yerlerinde, fabrikalarda maddi bedel karşılığı yapılan zorunluluklar olarak görülmesi hazin bir realite. Bununla beraber şahsın üretkenliğini dahi kendi isteği doğrultusunda şekillendiren modern dünya kafası, tüketmek için değil, nefsî yahut toplumsal imâret için üretken olmanın, ruhî dinginliğini kitlelere çoktan unutturmuş durumda. “Hayır bunu bize yutturamazlar, unutmadık!” dediğinizi duyar gibiyim. Cevabım şu: Unutmadıysak bile hatıratımıza sahip çıkmıyoruz. 
 
Bu coğrafyada ahilik geleneğinden beslenen, ihyâ odaklı sanatın, zanâatın, sanâyinin nasıl bir medeniyete evrildiğini hatırlamıyoruz. Sadece sanayi tipi üretkenlik ve karşılığında verilen tüketim ile sentetik bir mutluluğun varlığından haberdarız o kadar. Söz ustası İbrahim Tenekeci ağabeyim sosyal medyada paylaştığı şu gönderi ile özetlemiş durumu: "Dışarıya alışmış, kalemi elinden bırakmış, hiçbir hobisi ve teknoloji dışında merakı kalmamış, huzuru alış verişte arayan, sanatı bile yatırım aracı olarak gören, hız ile haz arasında yaşayan insanın hastalık kapmamak için evine dönmesi, ona sürgün gibi gelir. Evi gurbet olur."
 
Hâsılı, krizleri fırsata çevirebilmekle övünen âhir zaman insanı, bu küresel kriz karşısında istikâmetini şaşırmış bir pusula gibi davranıyor. Sağlayacağı kazancı her daim maddî birimlerle ölçmüş ve bunlara sığdırmış olan birey, dışarıya çıkamadığı evinin salonunda kendisi ile buluşmayı hâlen redediyor. Biraz gayret edip üretmeyi sorgulasa! Bir fikir, bir sanat, bir güzelliğin imârı için zihnini zorlasa, ruhunu mâmur kılacak. Eşrefi mahlukat oluşunu idrak edecek. Ancak dinmiyor insanın tüketme ihtirası...
 
Bir patron, onlarca çalışanının önünde, iki genç mühendisini kovuyor. Devletin "salgın boyunca kimseyi işten çıkaramazsın." yasası yürürlüğe girmeden evvel bunun planlarını yapıyor. Bir gece, sessizce örülen plan ertesi gün ansızın sahneleniyor. Birikiminin, önümüzdeki üç ayda tüketme arzusuna cevap veremeyeceğine inananmış olmalı ki; iki gencin güven ve mutluluklarından harcayarak kendi servetini koruyor.
 
Durduramıyor insanoğlu tüketme şehvetini. Evine stoklamasa yaşayamayacağını sandığı binlerce çeşit nimetin önünde, market raflarının arasında telâşla alışveriş arabalarını dolduruyor. Bunu Rezzak’ı unutmuşcasına yapıyor. Reyonlarda tüketecek bir şey kalmayacağından korkuyoruz belki de. Tüketmenin tükeneceğini sanmanın endişesi var hepimizin gözlerinde. 


GENÇ'ın Yazısı.