Sakin ve dingin bir göl. Çarşaf gibi adeta, öyle düz, öyle pürüzsüz. Ortasında bir sandal. Onun içinde de ben. Tek bir insanın dahi olmadığı, yalnızlığıma yalnızca gökyüzünde bir oraya bir buraya uçuşan kuşların ve tabi O’nun eşlik ettiği bir gün. Sıradan olmayan bir gün. Çünkü sıradan günlerde böyle yalnız kalmam mümkün değil. Bugünü değerli yapan şey sıradan olmayışı belki de, kim bilir… Sakince uzanmışım o gölün ortasında ve yukarıyı izliyorum. Yukarıda sadece gökyüzünü değil; sarkan ağaç dallarını, sonsuzluğu, ebediliği ve faniliği de izliyorum. Öylece bakıyorum ve o dinginlik bende de tezahür ediyor. Benliğime öyle işliyor ki günlerce orada kalmak istiyorum. Yalnız ve sakin. Ancak ne mümkün? Onca işin gücün arasında ufak bir kaçamak olan şu anı bir daha ne zaman yaşarım bilmiyorum. Yine de bu anın tadını çıkarıyorum, sonrası için kaygılanmadan. Sağ kolum sandaldan göle düşüyor, parmaklarımın arasından geçen suyu da hissediyorum. Bu durum beni hoşnut ediyor ve elimi suyun içinde gezdiriyorum.

 
Birçoğumuz bu sahneyi okuyup hayal edince imrenmiş ve bu anları yaşamaya dair yoğun bir istek duymuş olabiliriz. Buradan hareketle ortak noktamızın kent yaşamının hızında yaşama, kentin bizleri doğadan uzak bırakması ve kalabalıkta yaşamaya itmesi olarak sıralamak mümkündür herhalde. Öyle anlarımız geliyor ki; yaşamımıza ufak bir mola vermek istiyoruz. Yaşamımıza verdiğimiz bu mola kentlerde yaşayan bizler için bulunmaz bir nimet. Aslında yaşama mola olarak nitelendirdiğim bu zaman yaşamın o kadar içerisinde ki bu anları yaşamın ta kendisi olarak da adlandırabilirim. Bu nedenle bence biz bu anlara "molada yaşamak" diyelim. İşte bu molada yaşamak bizler için imrenilen bir mahiyette. Çünkü bu anlar sayesinde biz hızdan kaçmış oluyoruz, doğaya temas etmiş ve de yalnız kalmış oluyoruz. Peki nedir bu üçlünün bize yararı?
 
Hızlı olmaya mola verdiğimizde, mesela an`ın tadını çıkarma lüksüne erişebiliriz. Yaşadığımız anda kalıp, dakikalar ve saatler sonrasını düşünmeden, öylece yaşayabiliriz. Bu sayede stressiz, kaygısız, keyifli bir anı biriktirmiş oluruz. Belki her zaman içtiğimiz bir çayın tadını daha farklı alır, her zaman gördüğümüz bir ağaçla ilgili farklı şeyler düşünür, bastığımız zemine farklı bakar ya da dokunduğumuz, temas ettiğimiz yüzeylerden farklı etkiler çıkarırız. Yaşamın hızlı temposuna mola verince, tıpkı Meksika’daki yerli halkta olduğu gibi ruhlarımız bedenlerimize yetişir belki. Ve biz, tam biz oluruz. Denemeye değer.
 
Doğaya temas ettiğimizde ne değişir peki? Toprağa yalın ayak bastığımızda, çiçekleri okşadığımızda, tertemiz ağaç veya deniz kokusunu teneffüs ettiğimizde mesela… Vücudumuzda biriken o yoğun enerjiyi, kızgınlığı, stresi toprağa devredebiliriz belki, bu olumsuzlukları onun bizden daha iyi yönetebilmesini umarcasına… Toprağı avuçladığımızda, topraktan var edilen bu bedenimizin tekrar toprağa gideceğini, cansız olduğunda dahi toprak için nimet olacağını, besin olacağını düşünebiliriz. Son durağımızı hatırlatır belki toprak bize. Böyle düşününce biraz hüzünlenir ama sonra yeniden ümitleniriz. Kötü duygu ve düşüncelerimizin yerine yenilerini, daha iyilerini daha olumlularını yerleştiririz bu sayede. Deriiiiin bir nefes aldığımızda ve acele etmeden aheste aheste verdiğimizde, her hücremiz yenilendiğini hissederiz. Soluduğumuz her bir oksijen havasız kalmış hücrelerimize can olur. Böylelikle ruhumuz temizlenir. Baştan aşağı, ifadenin tam anlamıyla yenileniriz. 
 
Yalnız kaldığımızdaysa, tek başımıza iken dahi aslında yalnız olmadığımızı anımsarız. Her zaman bizi gören, gözetleyen, denetleyen, koruyan, bağışlayan bir gücün varlığı ile karşılaşırız. Çocukluğumuzdan beri anlatılan şu kısa hikayeyi hatırlarız belki: Bir öğretmen öğrencilerine kimsenin onları görmeyeceği bir yerde bir eşyaya zarar vermeleriniister. Bazı çocuklar kapıların ardına saklanır, bazıları iseevde köşe bucak kaçıp öğretmenlerinin dediğini yapar. Ancak biri ödevi yerine getirmez. Ertesi gün öğretmen sebebini sorduğunda, Allah’ın onu görmediği bir yerin olmadığını ve bu nedenle eşyaya zarar veremediğini belirtir. Tıpkı bu hikayedeki çocuk gibi bir bilinç kazanırız belki. Yalnızlığımız bizi sükunete erdirir, tefekküre vesile olur, yaşam ümidi ve isteği verir. Böylelikle bu geri çekilme sona erdiğinde günlük rutinlerimize daha sıkı bağlanabiliriz. Daha istekli ve daha heyecanlı bakarız işlerimize. 
 
Ve bu üçlü ile koşturmalı rutinlerimizde de nimet aramayı ve de bulmayı öğreniriz belki. Neyi neden yaptığımızı, neye neden sabrettiğimizi hatırlar, güç toplarız. Sonuç olarak rutinde de molada da yaşamanın tadını alabiliriz.


Gamze Çakır'ın Yazısı.