Çocuksun Sen Ve Bu Dünya Tam Sana Göre!
Site Özel
2529 okunma
Nursena Kartal
"Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle kemiğimle nefret ettim." (ACZ)
Ben bu çağın neresindeyim, neresinde olmam gerek? Ama tek bildiğim ben bu çağdan nefret ettim. Hem de üstadın dediği gibi etimle, kemiğimle. Belki de bu çağda olmamalıyım? belki de bu çağ olmamalı? Evet evet bu çağ olmamalı. Öyle karanlık öyle çıkmaz ki bu çağ. Neden bu kadar karanlık? Günün sonunda evine ekmek götüremeyen babanın mahcupluğunu göremediğimiz için mi? Sevdiklerini o buz gibi toprağa verdikten sonra üşür diye üzerini örtmeye gelenlerin acısını hissedemediğimiz için mi? Gece yarılarında sokakta yiyecek bir lokma arayan adamın çaresizliğini göremediğimiz için mi? Yahut ırgat çocuklarının elindeki mendilleri bitirmek için bükülen boyunlarını göremediğimiz boyayayım mı güzel ağabeyim diyenleri duyamadığımız için mi?
Bir türlü tatmin olamadığımız yaşantımızdan sıyrılıp da baktık mı hiç başka hayatlara? Hangi çocuk yetim kaldı bugün, hangi ana hastane köşesinde evlat acısı çekiyor? Hiç garipsedin mi başka hayatlar dememi? Belki de bu çağın bu kadar karanlık olmasının sebebi bu. Biz o hayatları, başka hayatlar gördüğümüz sürece aydınlık sabahlara uyanamayacağız. O hayatları başka hayatlar olarak gördüğümüz bir çağ değil de tıpkı dinimizin de emrettiği gibi "Müslüman, Müslümanın kardeşidir." bilincini yaşayabildiğimiz ve onların derdiyle dertlendiğimiz bir çağ olsun istiyorum. Lakin ömrümüz gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine bakmakla geçtiği sürece idelojik tartışmalar arasında kaybolan çocukların sessiz çığlıklarını asla duyamayacağız. Haydi şimdi söyleyin vuranın neden vurduğunu, ölenin neden öldüğünü, hiçbir mantığın açıklayamadığı bu çağın neden bu kadar karanlık olduğunu. Bundan otuz yıl sonranın bu kadar karanlık bir çağa duyarsız kalan insanları olmasın istiyorum.
Ah be çocuk, en çok da otuz yıl sonranın sana bir gelecek vermesini istiyorum. Evet evet Gazze`deki masum bebek, tam da senin ağzında korkunç mermiler değil de ananın ak sütü olsun istiyorum. Bir yerde okumuştum; "Endişe etme, çocukların kalbine değen kurşunlar sekmezler hiçbir yere." diyordu. Belki de bu yüzden hissedemedik, bu yüzden kör sağır dilsiz olduk senin acına. Artık seccademe gözyaşı, yastığıma vicdan azabı olarak düşmeni değil de elinden sımsıkı tutup Hayfa`ya, Zeytindağı`na çıkmak istiyorum seninle. Yarım kalmış oyunlarını çocukluğunu bir daha kaybetmemek üzere bulmak istiyorum. Velhasıl artık haritalarda silah seslerinin ninni zannedildiği bir coğrafya olmasın istiyorum.
Ya sen sokak köşelerinde, "Boyayayım mı güzel ağabeyim?" diyen çocuk. Senin ayakkabı boyamanı değil de ayakkabı giymeni istiyorum. Ya sen güzel kız, o çok süslü mağaza önlerinde rengarenk elbiselere bakmanı değil, giyebilmeni ve korkmadan kirletebilmeni istiyorum. Irgat çocuklarının gün sonunda geçim sıkıntısıyla ne kadar para kazandıklarını hesap etmediği bir güne uyanmak istiyorum artık.
Koşabildiğim kadar koşmak istiyorum. Önüme o taş duvarlar çıkmadan kaskatı kesilmiş insanlar çıkmadan. Biraz da onlar çıldırtmıyor mu bizleri? Afrika`daki tam bir güven abidesi kaplanlar gibi güvenmek istiyorum yoldaşlarıma. Hani şimşek düştüğü zaman ölürlerse hep beraber ölsünler diye başbaşa verirlermiş ya. Sahi bir de yoldaşım, diyeceklerim olsun istiyorum.
Sevgili mektup; insanın içini ısıtan bu cümlenin çocuksu heyecanını her yürek taşısa ne güzel olur öyle değil mi? Her cümleye böylesine bir heyecanla başlansa ve her sonun güzel biteceği böyle bir cümleden anlaşılsa. Siz hiç gördünüz mü sevgili mektup yahut sevgili günlük diye başlanılan bir cümlenin kötü bittiğini? Sahi insan büyüdükçe sevgili mektup diye başlanılan cümleleri de unutuyor, tebessümü de. Sencede daha güzel olmaz mı donuk yüzlü fotoğraflar yerine her fotoğrafta sanki dünyaları vermişsin gibi korkmadan gülse insanlar. Hem fotoğraf da amacından şaşmamış olmaz mı bu şekilde. Amaç demişken ne çok şey amaç-araç dengesini kaybetti. Herkesin gözünde o çok büyüttüğü makamlar mesela… Aldığımız vasıfları, unvanları makamları amaç olarak değil de araç olarak gördüğümüzde ne çok şey değişir öyle değil mi?
İnsanların statülerinden sıyrılıp sadece ve sadece sevmelerini istiyorum. Bir ağacı bir böceği bir çocuğu bir yaşlıyı sevebilmelerini. Fazlaca anlam yüklemeye çalışmadan sevebilmelerini. Öyle ya da böyle oldukları için değil, merhametin mutlak sahibi için sevmelerini. Renklerinden, şekillerinden, yaşamlarından dolayı kimse ayırt edilmeden sevilse... Bilir misin kimse bir bülbülü sevdiği kadar bir kargayı sevmez. Sesini beğenmezler de ondan. Oysa ki kuş olması yetmiyor muydu sevmek için?
Unvanların, reklamların, gösterişin hiçbir önemi olmadığı kimsenin ötekileştirilmediği sabırlı, merhametli, mukaddes insanların olduğu bir güne uyanmak istiyorum.
Nerede o eski bayramlar diye başlayan cümleler olmasa mesela. Büyüdükçe bayramların neşesini unutmasak, her bayramı içimizdeki o çocuksu coşkuyla kutlasak, yine bayramlık ayakkabılarımızı başucumuza koyup uyusak.
Bir de vedalar var tabii. Veda edenler geri dönse. Çok şey istedim herhalde. Ama yıllardır yüreğimin bir köşesinde duran bir acıyı seninle paylaşsam bu isteğimi de çok görmezsin zannımca.
Bir gün daha doğmadan yetim kalmış bir bebeği ziyarete giderken annem "İnşallah unutup `Allah analı babalı büyütsün` demem." demişti. Bu söz o günden beri iliklerime kadar acıtıyor. Allah`ım biliyorum sen kimsenin omzuna kaldırabileceğinden fazla yük yüklemezsin. Lakin sadece otuz yıl sonra değil de ömrümün sonuna kadar o yetim yüreklere dokunabilmemi nasip et.
Hani şair diyor ya; "Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil.". Bense "Çocuksun sen ve bu dünya tam sana göre!". demek istiyorum. Ve ençok da otuz yıl sonranın otuz yıl önce gelmesini umuyorum.
GENÇ'ın Yazısı.