Birkaç gün önce, Karaköy`den Sultanahmet`e yürüme fırsatı buldum. Pandemi süreci nedeniyle uzun süredir böyle yürüyüşler ve gözlemler yapamıyordum. Yürümeye susamışım edası ile bahsettiğim gün biraz yorucu geçti benim için. Bu yorgunluktan kastım yalnızca bedensel yorgunluk değil, zihinsel yorgunluğu da içine alıyorum. Gördüğüm her şey mutlu etmedi beni ne yazık ki. İçimi parçalayan çok sahneye şahit oldum denizin ve doğanın güzelliğinin yanında. Bu sahnelerden biri ünlü fast-food zincirlerinin ya da butik restorantların yiyecek artıklarını attıkları çöp poşetlerinden "temiz" yiyecek bulmaya çalışan kadınlar ve yanlarındaki bebekleri. Yürüdüğüm güzergahta o kadar çoktu ki bu sahne, her şahit oluşumda gözlerimi kaçırma veya başka şeyleri düşünme gibi bir refleks geliştirme gayretinde olduğumu fark ettim, sanırım hissettiğim yoğun üzüntü ve suçluluktan kendimi korumak adına. Ancak bu dediğim o kadar da kolay olmuyor. Ne bakışlarımı kaçırabiliyor, ne uzun süre seyredebiliyor ne de düşüncelerden kaçabiliyorum. Öyle bir sıkışmışlık sarıyor bedenimi.

Bir tarafta gerçekten çok ünlü, fast-food zinciri deyince hepimizin ilk 5 listesinde yer alabilecek markalar ve bu markaların israfçı müşterileri; diğer tarafta ise bu markaların "atık" olarak çöp poşetlerine yığdıkları bulamacın içinden belki kendisine, çocuğuna ya da ailesine yemek çıkarmaya çalışan kadınlar. Yanlarından geçerken size olan bakışları, çocuklarını kollayışları, kafalarını önlerine eğişleri, önlerindeki poşeti didik didik edişleri, israf edilenin tek bir lokmasını dahi israf etmemek istemeyişleri.
 
Artık insanlık onurunu da geçtik, ihtiyaçlar hiyerarşisinde karşılanmayan biyolojik ihtiyaçlardan önce oraya tırmanamıyoruz malum, insanlar karınlarını doyuracak besini bulamıyor. Bizler de bulduramıyoruz onlara ne yazık ki… Her birimiz kayboluyoruz koca şehirlerde. Kaybolmayı da istiyoruz zaten. Kaybolunca daha rahat hareket edebiliyor çünkü insan, denetleyen bir mekanizma yok nasılsa. Köylerde ya da kasabalarda, yani daha küçük yerleşim yerlerinde tanınır olmak insanı kısıtlar. İnsani, ahlaki ve etik değerlere sığmayan davranışlarına ket vurur. Ancak metropol dediğimiz yerlerde yaşamak hiç öyle değil. Ne biri yargılıyor bizi görüp geçtiğimiz bu sahneler için ne de ayıplıyor. Ve ayrıca metropol şehirlerimizde yaşamaktan, çok çalışmaktan, şık giyinmekten dolayı önceliklerimizin ne olduğunu da şaşırıyoruz çoğu zaman. Önceliğimiz neydi sahi? Makam mevki sahibi olmak mı, insan olmak mı? Gerçi insan olmak neydi daha derin bir tartışma konusu. İnsan olmanın ne olduğunu bilmeden nasıl cevaplanır bu soru? İnsan olmanın gerekliliklerini bilsek zaten böyle tablolar görür müydü gözlerimiz? Sanırım, hayır. Daha insan olma yolunda eksiklerimiz varken, cevabı zor sorular sormak yersiz olsa gerek. Ancak şurası kesin ki, belirlediğimiz önceliklerimizde sorunlar var. Tekrar düşünmemiz lazım, bir insan olarak bu hayatta ne yapmamız gerekiyor; kendimiz için, insanlık için? 
 
Belki o zaman şahit olmayız yollardaki bu tablolara, insanların gözlerini kaçırmalarına, ellerinin karartısını gizlemelerine. Güzel hayaldi. Bir gün gerçek olması umuduyla…


Gamze Çakır'ın Yazısı.