Ayşe Büşra Topbaş

Sanki her bir gün, koca bir asır gibi tüm ağırlığıyla geçiyor üstümüzden. Hem çok yoğun hem çok hızlı hem de çok beklenmedik... Bu yoğunluğa yetişmeye, bir ucundan kaldırmaya çalışan bedenleri aciz bırakırcasına, her yeni günde şaşırtmaya devam ediyor. Yeni bir gün beraberinde, yeni konu başlıklarıyla doğuyor. E biz bu kadar curcuna sevmeyiz, hele ucunun bize değmesini hiç istemeyiz. İstenmeyen ot burnun ucunda biter misali, konular bizi bulunca çok tadımız kaçıyor doğrusu. Bu kadar yorgun, bu kadar sinirli, bu kadar tahammülsüz oluşumuzun başka açıklaması olamaz zaten. Ülkenin taksicisinden, CEO’suna, emeklisinden gencine herkes çok gergin, herkes çok dertli. Tabi pandemi sürecinde hakkını vermek gerek, bizi iyi bir sarstı. İnsanın canı, malı, ülkenin akıbeti, ekonomisi, yan komşunun oğlu, eltimin kızı derken ne canlar toprağa girdi ne ocaklar mum gibi söndü gözümüzün önünde. Bir küçük virüs bizi nasıl da alaşağı etti.

“Koronavirüs salgını”... Ciddiyetini yitirmiş, hayati bir kavram olmaktan öteye geçemedi ne yazık ki, her 2020 gündemi konu gibi. Ne çabuk yitirdi anlamını değil mi? Ölümcül bir virüsten, dünya çapında bir salgından bahsediyoruz oysaki. Sağlığı tehdit eden, psikolojiyi sarsan, ekonomiyi, bilinen normalleri alt üst eden bir kriz. Bitişi, sonu gözükmeyen bir süreç. Attığımız adımı dahi buğulandırdı. Önümüzü göremez, kestiremez olduk.

Sanki virüsle beraber sorunlar da peş peşe gelmeye başladı. Belki de su üstüne çıktı demeliyiz. “Biz zaten bu denli tahammülsüz müydük yoksa bu süreçte mi sinirlerimiz bu denli inceldi?” bu soruyu aklımdan çıkartamıyorum. Çünkü durduğum ve şöylesine dünyaya baktığım yerden tanıyamıyorum; ne dünü ne bugünü ne geleceği ne insanı ne insanımızı. Trafikte yol verilmemesine tahammülümüz kalmadı mesela, sonu hep kavgaya bağlandı. Eşimize, dostumuza tahammülümüz kalmadı, ne çok çift mahkeme salonlarında soluğu aldı. Elimizden umarsızca kayıp giden vakte tahammülümüz kalmadı, hele de ufacık bir virüs hayatımızı tehdit ederken. Yaşlımıza saygımız, himmetimiz kalmadı. Virüsü bahane ederken; işimize mi geliyordu, naçizane bir niyetle olası bir bulaştırmayı mı önlemek istiyorduk. Cenazelerden, okumalardan kaçar olduk. Camilerimizden koptuk. Yatak, yorgan ile Ramazan bitirdik. “O eski Ramazanları” bilmiyorduk belki ama bildiğimizden de eser kalmadı. Maneviyatsız mı kaldık, yoksa maneviyatı bulmamız için sınava mı tabii tutulmuştuk?

Ne çok farklı soru(n) doğurdu koronavirüs. Maddi, manevi, sıhhi, ruhi aldığımız tedbirlerden güçlü olmaması gerekiyordu aslında. Dile kolay, belki de ilk kez bu denli canımızın derdine düştük, tabiri caizse ölümle burun buruna geldik. E biz hep ölümle burun burunaydık aslında. Hayatımız hep pamuk ipliğine bağlıydı ama göremediğimiz bir şey bizi domino taşları gibi devirdi, duymak istemediğimiz gerçekleri bize sürmanşet geçti. Biz de devrildik tabi, hatta devrilirken Amerikan filmlerinin bize aşıladığı tutumu sergiledik galiba biraz. “2 günlük ömrün kaldı. Vaktini dilediğin gibi yaşa.”. Ölmeden, dünyaya dair aklında bir şey kalmasın demek aslında. Ahiret, hesap günü, cennet, cehennem yokmuşçasına. Sanki bu tutum bizi, insanı dünyalığa daha fazla fazla düşürdü. Çünkü bize “Yatırımını ahirete yap.” diyen dizilerimiz, filmlerimiz olmadı. Olsa kulak asar mıydık... Hiç sanmıyorum. Ama bunun bir yolu olmalı. Çünkü Allah her seferinde kuluna daha hiçbir şey görmediğini ve aslında ne kadar aciz olduğunu hissettiriyor, gösteriyor.


GENÇ'ın Yazısı.