Geçmişten Günümüze İstanbul`un Mimarisi
Site Özel
6314 okunma
Ahmed Oğuz Aydın
İstanbul, Asya ile Avrupa’nın kesiştiği noktada, Doğu Roma İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapmış benzersiz bir şehirdir. Konumu itibariyle ne tamamen Batı medeniyetinin izlerini taşır, ne de tamamen Doğu medeniyetinin izlerini taşır. Bu şehir hem Doğu hem de Batı medeniyetinin kültürel miraslarını içinde barındırır. Bu çok kültürlülük şehrin mimarisine de kuşkusuz yansımıştır. Çünkü mimarlık; kültürün bir dışavurumudur.
Doğu Roma mimarisi Eski Yunan ve Doğu mimari tarzının birleşimidir. Bu dönemde şehirdeki en önemli mimari eser, önceki kiliselere göre çok daha geniş ve yüksek olan Ayasofya’dır. Ayasofya gibi dönemin birçok kilisesi, sarnıçlar, su kemerleri, Galata Kulesi ve Tekfur Sarayı gibi yapılar günümüze ulaşırken, Büyük Saray ve Hipodrom gibi birçok yapı günümüze ulaşamamıştır.
Şehir 1453’te Osmanlı tarafından fethedildiğinde şehrin mimarisi ve yapısı harap olmuş halde bulunmuştur. Macar Mimar Károly Kós’a göre bu tahribata fetihten önce gerçekleşen deprem, yangınlar ve Latin istilası neden olmuş, İstanbul Osmanlı’nın fethi ile mükemmel bir şehre dönüşmüştür.
Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed şehrin imar çalışmalarına hızlıca başlamış, Ayasofya gibi birçok kilise onarılarak camiye çevrilmiştir. Topkapı Sarayı, Fatih Cami ve Külliyesi, Kapalıçarşıve medreseler bu dönemde inşa edilerek İstanbul devletin başkenti haline getirilmiştir. Anadolu’dan gerçekleşen göçlerle şehirde ilk Türk mahalleri ile Türk evleri oluşmuştur.
Osmanlı Dönemi’nde Bizans Dönemi’nde olduğu gibi kamusal yapılar kalıcı olmaları için taş ve tuğla ile inşa edilirken evler genellikle ahşaptır. Süfli (tek katlı), fevkani (iki katlı) ve mükellef (geniş-büyük) olmak üzere üç çeşit olan evler, genellikle dikdörtgen planlı olup meşe ağacı ile inşa edilmiştir.
Çoğunlukla evlerde Osmanlı evlerinin bir özelliği olan ve "cumba" adı verilen, üst katlardan sokağa doğru çıkıntı bulunmaktadır. Ahşabın hafif olmasına karşın titreşimi emebilen esnek bir malzeme olmasıyla bu evler şiddetli depremlere bile dayanabilmekteydi. Olumsuz yanı ise çabuk yanmalarıydı.
İstanbul’da farklı dönemlerde gerçekleşen yangınlar yüzlerce evin yanmasına neden olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren her yangından sonra yeni evlerin yangına karşı daha dayanıklı olan taş-tuğla ile yapılması için emirnameler çıksa da bu durum pek gerçekleşmemiştir. Çünkü ahşap evler daha ucuza mal olup işçiliği daha kolaydır.
Fatih Dönemi’nde başlayan imar çalışmaları Kanuni döneminde hızlanmış, şehrin mimarisi Mimar Sinan’ın da katkısıyla zirve noktasına ulaşmıştır. Bu dönemde Mimar Sinan tarafından inşa edilen Süleymaniye ve Şehzadebaşı Cami gibi onlarca caminin yanı sıra medreseler, hamamlar, hanlar, köprüler ve has bahçeler günümüze kadar ulaşmıştır. 17. yüzyıl İstanbul silüeti Topkapı Sarayı ile başlayıp arkasındaki Ayasofya ve Sultanahmet, ardından Beyazıt ve Süleymaniye Camileri ile devam ederek bir estetik ön plana çıkmıştır.
18.yüzyılda Avrupa ile gelişen ticari ve diplomatik ilişkiler sonucunda başlayan Avrupa tarzı, toplum hayatında ve giyimde görüldüğü gibi mimaride de görülmüştür. Bunun sonucunda Avrupa’da "barok üslup" adı verilen daha süslü ve şatafatlı, eğri formların ve duvar resimlerinin ön planda olduğu yapılar İstanbul’da örneklerini vermiştir.
Nuruosmaniye ve Ortaköy Camileri ile Dolmabahçe ve Çırağan Sarayları gibi birçok barok yapı inşa edilmiştir. 18.yy’da Boğaz kıyılarına doğru genişleyen şehir ile yerleşim düzeni de değişmeye başlamış; Yeniköy, Beylerbeyi, Ortaköy ve Kandilli gibi semtlerde İstanbul yalılar ile tanışmıştır.
19. yüzyılda Beyoğlu’nda hızlı bir değişimle bitişik düzende kagir (taş-tuğla) estetik binalar yerlerini almıştır. 20. yüzyılın başlarında estetik kagir binalar Beyoğlu’nda artarken, Sirkeci ve Gümüşsuyu gibi birkaç yerde daha bu tür binalar yükselmeye başlamıştır. Artık İstanbul farklı medeniyetlerden izler taşıyan; ihtişamlı camileri, sarayları, binaları, ilk apartmanları, yalıları ve mütevazı evleriyle bir mozaiği tamamlıyordu.
1919’da ünlü Fransız mimar Le Corbusier İstanbul’dan ayrılırken şehir hakkında şunları yazmıştır: “İşte büyük abidelerin yer aldığı sırtlardan aşağı doğru az meyilli, çatıların gölgeleri altındaki cumbalar ve bunların gölgeleri altındaki pencereli duvarlar, pencereli cumbalar, mor, gölgeli yüzeylerindeki pencerelerin geometrisiyle, aradaki bahçelerin yeşillikleriyle meydana getirdiği adeta denize kadar uzanmış muhteşem bir İran halısını andırıyordu.”
Kaynakça
Károly Kós, İstanbul Şehir Tarihi ve Mimarisi, Yeditepe Yayınları (2019)
Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam (2014)
Turgut Cansever, Osmanlı Şehri, Timaş Yayınları (2010)
İlber Ortaylı, İstanbul’dan Sayfalar, Kronik Kitap (2019)
GENÇ'ın Yazısı.