“Karıncayı bile incitmem deme, 'bile'den incinir karınca. Söz söylemek için irfan gerek, anlamak için insan.” demiş Fuzuli. Ne kadar nahif ve ince düşünmüş, bu cümleyi kurmuş. Her birimizin hayatını aydınlatacak nitelikte ve büyüklükte bir kelimeler dizini olarak görüyorum bu cümleyi. Öylesine söylenmemiş, okunduğunda hayatın her alanına sirayet eden bir cümle bu. Bu sebepledir ki kıymetli bir hayat düsturu benim için.
Bu sözün aksine etrafımıza baktığımızda muhatabının ne hissettiğini önemsemeden konuşan, kalp kıran, farkında olarak veyahut olmayarak karşısındakine kötü muamelede bulunan birçok insan görüyoruz. Yakın çevremizde olmasa da sokakta yürürken dahi böyle kırıcı konuşmalara şahit olabiliyoruz. Hal böyle olunca arkadaşına, eşine, dostuna, karşı kaba konuşan, hakaret eden insan sayısı sanki bunları yapmayan insan sayısından çok gibi görünüyor.
Bu çokluğa nasıl ulaştığımızı, Fuzuli’nin "bile" kelimesine olan hassasiyetinden bugünlere nasıl geldiğimizi hala daha tam olarak anlamış değilim. Bazı cevaplar sunsam da bu soruma karşılık, ardına "ama" ile başlayan bir cümle sıralıyorum ve "Yine de böyle olmayabilirdi.” diyorum kendi kendime. Kendime verdiğim bu cevaplardan birisi Fuzuli`nin de sözünde geçen irfan ve arif konusu etrafında şekilleniyor.
İrfan, "arefe" kelimesinden türeyen bir kavram imiş. Çeşitli kaynaklara baktığımda, bu kelimenin “anlamak, idrak etmek, olayın özünü kavramak” gibi anlamları karşıma çıkıyor. Elde olan bilgi ile hakikati kavramaya çabalamak ya da kavrayabilmek diye de anlaşılabiliyor. Biraz daha detaylı araştırdığımda irfan sahibi olmanın ilim sahibi olmaktan farklı olduğunu öğreniyorum. İrfan sahibi anlamına gelen arif, daha deneyimsel zeminde anlam kazanıyorken, ilim sahibi anlamına gelen alim ise kaynak okuma, teknik bilgiyi edinerek hayata uyarlama ekseninde şekilleniyor benim için. Zaten alim kelimesi de bilme esasına dayanan bir kavram olarak neşrediliyor.
İkisini de birbirinden ayırmak mümkün değil, ikisinin de üstünlüğünden söz etmek yersiz. Çünkü bu kavramlar birbirini tamamlayan ve destekleyen iki hale işaret ediyor. Bu yüzden büyüklerimizin dediği “ilim ve irfan sahibi olmak” deyişinde iki kavramın neden birlikte anıldığı daha büyük önem kazanıyor. Hem ilmi ve okuma anlamında hem de deneyimleri kullanma ve aktarma anlamında bilgi sahibi olabilmeyi diliyorlar sürekli.
Bunun üzerine Fuzuli, söz söylemek için irfanın gerekli olduğundan bahsetmiş, Yunus Emre de “ille edep ille edep” diyerek arifliğe göndermede bulunmuş diye bir yorumda bulunuyorum kendimce. Aile büyüklerimizin, kıymetli düşünürlerin, işinin ehli insanların söylemlerine kulak verdiğimde de aynı çizgi ile karşılaşıyorum. Bu çizgide ilimsiz irfan, irfansız ilim olmuyormuş. Eğer ilim irfana götürmüyorsa eksik, irfan ilime dayanmıyorsa içi boş kalıyormuş. İlimsiz irfan, yersizlik; irfansız ilim ise bilgi zehirlenmesini doğuruyormuş.
Yazının başlarında bahsettiğim gibi insanların diğer insanları neden kolayca incitebildiği, nasıl fütursuzca konuşabildikleri biraz olsun anlaşılır oluyor. Ama yine de ilmimizi ve irfanımızı kaybetmeyebilirdik, bir çözümümüz olabilirdi diye düşünmeden edemiyorum.
Gamze Çakır'ın Yazısı.