Sudan`da Yokluk İçinde Gülmeyi Bilmek
Site Özel
2432 okunma
Eslem Yelgün Püskül
Sabah kurbağa sesleriyle uyandım. Gece yağan yağmur sonrasında evimiz, su birikintilerinin ortasında küçük bir adacık gibi görünüyordu.
Yağmur yağınca okullar tatil oluyormuş Sudan’da. Ki olmasaydı da o kahverengi denizimizden geçip okula, markete veya herhangi bir yere ulaşabilmek için kapı önünde hazır bekleyen bir teknemiz yoktu. Evimizde oturduk ve şükrettik. Çünkü Hartum -Sudan’ın başkenti- nüfusunun azımsanmayacak kadar bir kısmı çadırda yaşıyordu ve komşularımız çadırları su almasın diye mütevazı evlerinin etrafını büyük bir muşambayla kaplayarak kenarlarına büyük taşlar koymuşlardı.
Her şeye rağmen Afrika’da yağmur bambaşka bir ferahlıktı. Taptaze bir nefesti. Muhteşemdi. Penceremi açtığım nadide günlerdendi. Birkaç damla rahmet, tozlu havayı biraz olsun arındırmıştı. Derin derin çektim içime havayı. Islanan toprak çok güzel kokmuştu. Kahverengi şehre bembeyaz bir gerdanlık takılmıştı. Işıltısı içimi aydınlatıyordu.
Sonra suda oynayan çocukların sesleri ilişti kulağıma. Bugün onlar için bayramdı. Sorsam, masmavi denizleri bu mutlu anlarına değişmezlerdi. Çocuk olsam ben de değişmezdim.
Dikkatlice süzdüm minikleri, ne güzeldiler. Dünyanın en güzel gülüşüne sahiplerdi. Haberleri yoktu. Dişleri bembeyaz parlıyordu gülünce. Bilselerdi daha çok gülerlerdi. Kocaman ela gözleri güneş gibi ışıldıyordu. Kıvırcık saçları vardı. Çikolata renkli büyük yanakları… Ne kadar masum ne kadar tatlı ve ne kadar neşelilerdi.
Birkaç gün sonra sular çekildi. Kurbağalar gitti. Ve evimizden dışarı çıkabildik. Akşam gurbet arkadaşlarımızla buluştuk. Çay demledik termoslarımıza. Dertleşiyoruz. Ne tatlı muhabbet, ne güzel çay, ne güzel hava, ne tatlı bir akşam.
Çocuklarımız günler olmuş görememişler arkadaşlarını, bahçede koşturuyorlar. Biz fark etmedik meğer günler öncesi yağan yağmurdan bir su birikintisi kalmış. Onu bulmuşlar. Deli gibi atlamışlar suya. Zannedersiniz üç tarafı sularla çevrili bir ülkenin çiçekleri değiller de hiç su görmemiş, deniz nedir bilmeyen çocuklar. Mikroplu, çamurlu suda yarışıyorlar.
Ah! İstanbul’dan bu manzarayı görseler "Ne yapıyorsun sen, çocuk öyle bırakılır mı? Mikrop kapacak, sorumsuz anne" gibi cümlelerin havada uçuşacağı aşikâr. Hatta bir dakika, duyuyorum galiba.
Kime ne dostum? Bizi dinlemiyorlar bile. Kapkara bir su birikintisinde zıplıyorlar, yatıyorlar, yüzüyorlar, elleri yüzleri kahverengi olmuş. Sudanlı kardeşlerine benzemişler. Gülüyorlar, çok mutlular, çok çok mutlular.
Biz mi? Tabii ki alelacele kalktık yerimizden onları o halde görünce. Çaylarımız öylece fincanlarda. Muhabbet havada. Hayretler içinde kaldık. Cesaret çıtalarını yükseltmişlerdi. Çattık kaşlarımızı. Gülümsemelerimizi saklamaya çalıştık. Bıraksaydık belki kahkahalar atacaktık ama korktuk. Ya üşürlerse diye korktuk. Ya pis sudan mikrop kaparlarsa diye korktuk. Apar topar döndük evlerimize. O gece şunu dediğimi hatırlıyorum eşime. "Bu gece hastalanmazsa herhalde başka bir zaman hastalanmaz."
Bir hatıraya dönüştürdüler o günü. Niye yazdım bunu diye düşündüm, niye ekledim günlüğüme. Niye yazayım da unutulmasın istedim dostum biliyor musun? Çünkü onlar o gün, çokbilmiş annelerine bence şunu öğrettiler bacak kadar boylarıyla. Mutlu olmak için berrak bir denize, güneş korumalı mayolara, özel üretim simitlere, güneş kremlerine, arkada hazır bekleyen plaj havlularına, deniz ayakkabılarına gerek yoktu. Hepsinin olmasında elbette bir sakınca yoktu ve hatta hepsi olsundu. Ama mutluluk bunlara prangalı değildi ve bunlarsız da gülünebilirdi.
Elimizdeki buydu. İnsan olmak, hangi coğrafyada olursak olalım mutluluğunu inşa etmek demekti.
Çocuklarımızı Afrika’nın çöllerinde biriken yağmur sularında yüzmeye götürelim diye yazmadım sevgili dostum. Sadece, o çocukların yokluk içindeki o kocaman gülüşlerini unutamadım.
GENÇ'ın Yazısı.