Tekneler peş peşe yol alırken arka taraftaki mutfak faaliyetlerini karnınız açsa seyretmeyin. Kavrulan sümüklü böcekler vog*dan servis tabağına aktarılır. Yıkanmayan vogda hazırlanan diğer sipariş ise belki de sizinkidir. Garson tepsi üzerine dizdiği kuru yemişleri çığırtarak satar: “Çekirdeeek, fıstıııık,karıncaaa, çekirgeeee….”

er ay nasıl bütünlenirse ay; gök denizle nasıl kucaklaşırsa ufukta; nehir nasıl sararsa dağları ve tüm doğa kendini seyrederken sularda; insanoğlunun bozmadığı çok nadir yer kaldı yeryüzünde. Ağustos sonu mis gibi okaliptüs kokuları yayılırken dağların arasına gizlenmiş şehre, pirinç, çay, Trabzon hurması, ağaç kavunu* ve şeker kamışı tarlalarının bitiği yerden göğe dikilir kayalar. Eski çağlardan kalma bozulmamış kalker kayalıkları Li nehri yeşil kurdele gibi sarar. Sanatçılara ilham veren tabiat Çinlilerin taşa verdiği değerle birleşince kayalar şahsiyet bulur. Kimi mutlu Buda kimi kocasını bekleyen kadın kayasıdır. Dikkatli bakıldığında sırtına bebeğini bağlamış boynu eğik kadın siluetini ayırt edersiniz kimliksiz kayalar arasından.

Dokuz at dağının fresk tepelerinde koşturan at figürlerinin bir kaçını bulamasak da dağların suya yansıyan düşüncelerini bulmak muhteşemdi. Tüm tabiatın ikizi Li nehrine düşmüştü sanki. İnce bambu sallarına ayakta yön veren balıkçıların oltaları karabataklardı. Boğazlarından yutkunamayacak kadar sıkı, nefes alabilecek kadar gevşek bağlanan kuşlar balığı görür görmez suya atlar. İştahla yakaladığı yemeğini mahzun bakışlarla sahibine uzatır. Tek çıkarı gün sonunda alacağı işe yaramaz balıklardır.

Tekneler peş peşe yol alırken arka taraftaki mutfak faaliyetlerini karnınız açsa seyretmeyin. Kavrulan sümüklü böcekler vog*dan servis tabağına aktarılır. Yıkanmayan vogda hazırlanan diğer sipariş ise belki de sizinkidir. Garson tepsi üzerine dizdiği kuru yemişleri çığırtarak satar: “Çekirdeeek, fıstıııık,karıncaaa, çekirgeeee….” İlerleyen saatlerde ise yedi çeşit yılanın içinde yattığı şişeden erkeklere içecek servisi yapılır. Doğaya düşkün batılı turistler hayran hayran yüzlerce poz çekerken, yerel turistlerin kapalı bölümden cam arkasında bol muhabbet ve haşarat yiyerek zaman geçirmesi… Biz Türklerin ise bir içeri bir dışarı her yerde olmak istemesi acaba genetik özelliğimizden mi?

Uçurtma festivaline denk gelsek nasıl olurdu bilmem ama normal zamanda bile gökyüzü çocuklar kadar şendi. Vahşi sert bakışlı bir kartal, rengarenk kuyruklu ejderha veya birbirine geçmiş mavi balıklar göğü süslüyordu.

Şehir sadece doğa güzelliğiyle kalmıyordu. Gölette yer alan pagodalar rengârenk ışıklanınca alaca karanlıkta parkta yürümek. Akşam sekiz buçukta Waterfall otelinin önünde bekleyip kocaman binanın insan yapımı bir şelaleye dönüşmesini seyretmek. Hortumunu suya indirmiş fil kayalığının etrafındaki botanik bahçede yeşil çay molası vermek. Manava dönüştürülmüş el arabasından bilmediğim meyveleri bilmediğim bir dilde almaya çalışmak. (sarımsaklı meyve yemek istemeyen rambutan’ı denemesin.) Otantik çay sunumuna katılıp hangi çay nasıl demlenir, nasıl içilir, bunları öğrenmek. Minicik kaplarda ses çıkararak çay içerken “çocukken annemin fokurdatmadan iç demesi boşunaydı. Ben esasen Çinli rolü yapıyordum” diye düşünebilmek.

Akşam olduğunda teknede gördüğüm yemek manzaralarını unutup yemeklerin sanat eseri gibi hazırlandığı bir lokantada rahat rahat yemeğimi yedim. Çorba, kâsenin içinde ying yang sembolü haline gelmiş. Mantılar salda gezen turistler, bıldırcın yumurtası ise salcı olmuştu. Mor soğan lotus çiçeğine dönüşünce karpuz kabuğunun bir parçası onun yaprağıydı.

Çin’e gelmeden tarihine, geçmiş bilgeliğine, kendini dış etkilere bin yıllarca kapayıp Çinli olmaktan duyduğu gurura hayrandım. Ayrılma vakti geldiğinde ise beklediğimden çok daha fazlasını bulmuş, sürprizleri kucaklamış, görüntüleri hafızama kazımıştım.

*Pomelo

*Çin tavası


Hande Berra'ın Yazısı.