Yavuz Yılmaz

Sevgili okurlarım, daha önce Kafkas Notları adlı başlıkla dokuz yazıdan oluşan Gürcistan ve Azerbaycan seyahatimi anlattığım yazılarımın sonuncusu olan bu anlatıda Kafkaslardan yani Azerbaycan ve Gürcistan’dan yurda dönüş yolunda yaşadığım duyguları ve bu güzel seyahatimizin bitmesinden dolayı üzerimizde derin bir tesiri olan ayrılık sonrası hissettiklerimi sizlerle paylaşacağım. Bir önceki Kafkas Notlarında Azerbaycan’ın büyük şehirlerinden birisi olan Şeki’den bahsetmiştik. Bu yazıda ise Şeki’den yola çıktığımız andan itibaren yurda dönüş yolunda uğradığımız yerlerden kısaca bahsederek arkamızda bıraktığımız toprakların havasını ve solduğumuz coğrafyanın tarih içindeki mahiyetinden tutarak günümüzdeki yerini anlatmaya çalışacağım. 
 
Özellikle son günlerde duyduğumuz haberlerde gördüğümüz olaylar bizlere bu coğrafyanın kaderini özetler niteliğindedir. Daha önce onlarca kez yaptıkları gibi yine bir yok etme ve hükmetme çabası içine giren bazı büyük ve küçük şer odaklıların tekrar bu topraklarda zulüm göstermek istediklerini anlaşılıyor. Fakat bunların yüz yıldan fazla bir süredir anlamak istemedikleri bir şey var; bizim için hür olmanın her şeyden önde geldiği! Onlar bu durumu ne Çanakkale’de ne Kafkasya’da anlamış ve kabul etmiş değiller. Bilmelidirler ki; yüz yıl önce elinde hiçbir şeyi olmayan bu millet, küllerinden tekrar tekrar doğarak her seferinde üzerine gittikçe yeniden doğdu ve büyüdü. Şimdilerde ise eski gazap günlerini bizlere hatırlatmak isteyen bu kan ve gözyaşından beslenenlerin, Allah izin verdikçe karşılaşacakları tek şey hezimete uğramak olacaktır. Şükürler olsun ki Azerbaycan ordusundan aldığımız haberlerde bu yöndedir. Zafer ordumuzdan yana olsun. Bütün şehitlerimizin ruhu şad olsun. 
 
AZERBAYCAN’A VEDA…
 
Temmuz ayının sekizinci günü saatlerimiz akşam 18.00’i gösterirken bizler artık Azerbaycan – Gürcistan sınırına gelmiş bulunuyorduk. Burada tıpkı girişte olduğu gibi uygulanmak üzere olan bazı prosedürlerden dolayı bir hayli beklemek zorunda kaldık. Bu bekleyiş sırasında arkamda bıraktığım onca güzel hatırayı tekrar zihnimde canlandırmayı denedim. Birçok yeri ve fotoğrafı not almıştım. Etkilendiğim ve gelirsem mutlaka bir daha ziyaret edeceğim noktaları aklıma getirmeye çalıştım. Böylelikle yaklaşık on gündür ayak bastığımız yerler hakkında düşünmeye ve bir şeyler daha öğrenmek için kollarımı sıvadım. Yurt dışında hattımın çalışmadığını bilmem beni biraz olsun o an karamsarlığa sürüklese de yer yer çektiğim fotoğraflar ve aldığım notlar sayesinde bir şeyleri birleştirmeyi başardım.  Aklıma ilk gelen şey Şeki’de bir şekerleme dükkânında yaşadığım şu güzel hatıraydı. Akşam saatlerinde dışarı çıktığımızda Şeki’ye özel bir tat olan ve şu an adını hatırlamadığım bir şeker olduğunu öğrendik. O gece konakladığımız yer olan Kervansaray Otel’in tam karşısında, ana caddede bulunan bir şekerleme dükkânından içeri girdiğimizde önce karşılaştığımız manzara ve sonrasında gördüğümüz muamele karşısında içimiz sevinçle ve karşımızdaki kişiye vefayla, dostlukla dolmuştu. Gördüğümüz şuydu ki; kapıdan içeri girer girmez şeker tezgâhlarının arkasındaki duvarda çerçeve içine alınmış ve asılmış olan Azerbaycan bayrağının yanında Türk bayrağının da olmasıydı. İçeri girdiğimiz andan itibaren tek millet iki devlet sözünün anlamını en derinden hissetmiştik. 
 
Biraz sonra içerideki Azerbaycanlı abiyle olan sohbetimizden sonra da gönlümüz çok hoş bir kıvama gelmişti. Sanki uzun zamandır görmediği bir akrabasına kavuşmuşçasına heyecanlanan ve bize orada sahip çıkmak isteyen dükkân sahibi olan abinin gözlerindeki tek millet şuurunu bizler gördükçe kendi adımıza biraz düşünmek zorunda kalıyorduk. Acaba onlar geldiğinde bizde aynı duyguları yansıtabilecek miyiz? Şüphesiz o an Azerbaycan’da olduğumuz yer başkente göre küçük bir yerdi ve emindik ki Türkiye’de bunun gibi bir tevafukun gerçekleşmesi hiç de sıradışı bir şey olmazdı. Zira bugünlerde yurdumuzun her yanından Azerbaycan’a maddi manevi destek mahiyetinde birçok etkinliğin düzenlenmekte olduğunu görmekteyiz. Hamdolsun ki birlik içerisindeyiz. Ama ne de olsa karşımızdaki insan daha önce hiç görmediğimiz biriydi o yaklaşımı bizleri çok duygulandırmıştı. Üstelik alışveriş için birkaç paket şeker aldığımızda ise "Onca yolu gelmişsiniz, bir de sizden para mı alayım" diyerek verdiğimiz ücreti de kabul etmemişti. Azerbaycan’a gelirken elbette bizlere hepten yabancı gibi davranılmayacağını biliyorduk ama bu kadar yakın olunacağını da bilmiyorduk. 
 
Hem coğrafya olarak hem de insanlar olarak aynı toprakların çocukları olduğumuz o kadar belliydi ki bu tek millet olarak Azerbaycan’da buluştuğumuzu andan itibaren bizlere kendini göstermeye başlamıştı. Din olsun dil olsun gelenekler bağlamında olsun hiçbir yabancılık çekmediğimiz bu topraklarda Azerbaycanlı kardeşlerimizin bizleri böyle candan karşılamaları beni çok etkilemişti ki ilk olarak aklıma gelen anılardan birisi de buydu. Ardından bizler hala sınırdaki otobüsümüzün güvenlik kontrolünden geçmesini beklerken aklıma o akşam yaşadığımız benzer bir hikâye daha geldi. Şekerciden çıktıktan sonra taksiyle beş dakika mesafede bulunan bir yere gelmiştik. Burada çeşitli eğlence merkezleri, kafeler ve lokantalar vardı. Bir kafeye oturmak için gittiğimizde oradaki çalışanlar tarafından yine aynı samimiyetle karşılaşmıştık. Aynı dilde aynı sözcüklerle birbirimize olan güven ve samimiyetimizi karşımızdaki insanda bulurken o da aynı hisleri bizim için beslemekteydi. Müthiş bir duyguydu. Evimizden binlerce kilometre uzakta olmamıza rağmen mahallemizden şehir merkezine gelmiş gibiydik. Sınırlar ve mesafeler arada bir hiçti. 
 
Gürcistan ve Azerbaycan sınırında yaklaşık dört beş saatlik uzun bir bekleyişten sonra artık Azerbaycan’a tam anlamıyla veda etmeye başlıyorduk. Otobüsümüze bindikten kısa bir süre sonra Azerbaycan topraklarını artık gerimizde bırakmaya başlamıştık. Bizler can Azerbaycan topraklarından uzaklaştıkça aklımızda çeşitli hatıralar canlanmaya devam ediyordu. Mesela benim aklıma Şeki’de bulunduğumuz süre boyunca yaşadığımız ve yukarıda bahsettiğim hatırlardan başka aklıma ziyaret ettiğimiz şehitlikler geliyordu. Seyahatimin en önemli ve manevi yönlerinden biriydi benim için şehitlik ziyaretleri. Bunlar hangileriydi? Hatırlamak gerekirse Azerbaycan’daki en büyük şehitliklerden birisi olan Şehitler Hıyabanı bunlardan biriydi. Şehitler Hıyabanı Bakü’nün sahile bakan yamaçlardan birisinin tepesinde yer alıyor. Konum olarak şehrin en güzel yerlerinden birisidir. Burada onlarca Türk ve Azerbaycanlı şehit beraber yana yana omuz omuza yatıyor, cephede olduğu gibi. Rusların kesin hâkimiyet sürdürdüğü 1924 ve 1990 yılları arasında bu bölgeye Dağüstü Parkı denilmekteydi ama 1990’dan sonra alınan bağımsızlık sonucu burası derhal eski adına kavuşturuldu, Türk ve Azerbaycan askerlerinin ebedi istirahatgahı oldu. 
 
Bundan başka aklıma ilk gelen ve en önemli anılardan birisi olan bir gece yarısı kimseye haber vermeden Ermeni karakolunu basarak elliye yakın ermeni askerini öldürüp beş saat boyunca çatışıp şehit olan Mübariz İbrahimov’un kabrine yaptığımız ziyaretti. Daha önce internetten birkaç defa duymamıza rağmen hakkında pek bilgiye sahip olmadığımız bu yiğit kahramanın kabrinde bulunmak son derece büyük bir şerefti bizim için. Zira yıllarca işgal altında tuttukları Karabağ ve sürekli taciz ettikleri Azerbaycan topraklarından çıkmayan, sivilleri ve masum insanları hedefi haline getiren gözü dönmüş Ermeni askerinin üzerine bir aslan gibi atılmış ve tek başına mücadele etmişti. Neredeyse hiç kimsenin başaramayacağını başaran Mübariz İbrahimov’un sonradan bu kahramanlığı hiç unutulmadı ve kendisine bizzat Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev tarafından "Azerbaycan Milli Kahramanı" unvanı verildi. Ruhu şad olsun. 
 
Bir diğer önemli şehitlik ziyareti de Quba şehrinde bulunan "Quba Soykırımı Şehitliği" idi. Burada tam 17.000’den fazla şehidimiz vardı. 1918’in Nisan ve Mayıs aylarında Ermeniler burada Müslüman Türk köy, kasaba ve şehirlerine saldırarak binlerce soydaşımızı şehit etti. Quba’da ki bu toplu mezarlarda her şey gün yüzüne çıkmış durumdaydı. 2007 yılında yapılan çalışmalar sonuncunda buradaki toplu mezarların gün yüzüne çıkmasıyla birlikte burası bir müze haline getiriliyor. Hatta kısa süre öncesine kadar katliamın tüm izlerini ve vahşetini gelen ziyaretçilerin görmesi için bazı toplu mezarların üzerleri camlarla kapatılmış ama bazı durumlardan ötürü üzeri sonradan kapatılmış. Fakat aynı yere yapılan müzede o dönemde Ermenilerin yarattıkları vahşetin her bir zerresini görebilmek ve anlayabilmek mümkündü. 
 
YÜZ YILLIK ZULÜM 
 
1918 yılında gerçekleşen bu vahşetin kansızlarını bugün hala yaşamakta olduklarını görüyoruz. Azerbaycan ve Ermenistan arasında çıkan çatışmalarda Azerbaycan’ın aksine savaş ve insanlık suçu işleyerek yaşam alanlarına saldıran bu gözü kana doymamış ve insanlıktan nasibini almamış olanlarla bundan 100 yıl önce bu topraklarda binlerce savunmasız kardeşimizi çoluk çocuk kadın, ihtiyar, genç denemeden şehit edenlerle aynı kişilerdir. Ne yazık ki haberlerden gördüklerimiz karşısında bazen kendimizi o günleri hatırlamaktan alıkoyamıyoruz ama aynı zamanda o günlere kıyasla içimizde olan bağımsızlık ve güçlü bir devlet, ordu ve millet şuuru da o günlere göre daha da perçinleşmiş olduğu aşikârdır. Zira yüz yıl öncesinin aksine artık karşılarında savaşlardan, sürgünlerden ve kötü yaşam koşullarından dolayı sefalet içinde yaşayan ve bu durumdan yorulmuş olan bir halk yok artık. Onların birine karşılık sapasağlam binimiz var şükürler olsun. 
 
Bunun yanında artık seferberliğe bile ihtiyaç duymayan, kendine yetebilen, hem teknolojik hem de kabiliyetli ordularımızın varlığı da bizlerin asıl dayanağımız olmuştur. Karşımızdaki düşman bunu bildiğinden dolayı her zaman olduğu gibi bugün yine tüm kepazeliğini göstermiş durumdadır. Zira karşımıza çıkmaya yeltenemeyen bu masum insanların katilleri, kendilerinin asla iflah olmaz bir zillet topluluğu olduğunu açığa çıkarmıştır. 
 
30 yıldan fazla bir süredir işgal altında olan Azerbaycan’ın Karabağ topraklarında olayların başladığı seksenli yılardan beri zulüm hiçbir zaman eksik olmadı. Özellikle ilk yıllarda Ruslarla birlikte yaptıkları saldırılarda öldürülen Azerbaycanlı Türklerin sayıları bilinmezken aynı zamanda çoğunun da mezarına bile ulaşılmaktadır. Zira girdikleri her yerde ateş ve savaş götüren bu gözü dönmüşler, köyleri ve kasabaları yakıp yıkarak içinde yaşayan herkesi insanlıktan uzak bir şekilde şehit etmişlerdir. Özellikle Hocalı’daki Ermeni katliamı bu topluluğun yamyamlığını açık bir şekilde göstermektedir.
 
Baskının yapıldığı ve Hocalı’nın düştüğü sıralarda bölgede bulunan bir gazetecinin anlattıkları bütün yaşananları ortaya çıkarmaktadır. Gazetecinin itirafları şöyledir: “Dağlık Karabağ’ın Hocalı kentinin düşüşünü bir gün boyunca yaşadım. Görüntülerle belgeledim ve video çekimleriyle bir günde 1.300 Azerbaycan Türk’ünün Ermeni çetecilerce öldürülüşünü bütün dünyaya duyurdum. Hocalı katliamı anlatılamaz bir vahşetti. Azerbaycan yönetimi ve Cumhurbaşkanı Ayaz Mütellibov, olayı dört gün boyunca kamuoyundan gizlemeye çalıştılar. Bütün Azerbaycan şok olmuştu. Ermeni bıçaklarından, kurşunlarından kurtulmayı başaranlar; kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar karlı dağlarda tipi altında Agdam’a gelmeyi başardıklarında çoğunun ayakları donmuştu. Bazılarının ayakları ise kangrenden dolayı kesilmişti. Ermeniler vahşetin her türlüsünü sanki ibret olsun, örnek olsun diye yapmışlardı. İhtiyar dedelerin, yaşlı anaların yüzleri jiletlerle doğranmış, genç kadınların göğüsleri peynir gibi kesilmiş, bebeklerin kafa derileri yüzülmüştü. Hocalı ile Ağdam arasındaki 12 kilometrelik orman boyunca cesetler dizilmişti.” 
 
Karabağ Türkleri kendilerini korkunç bir varoluş kavgası içinde bulduklarında ellerinden düşmana saldıracak zamanı bulma fırsatı bile gelmeden yukarıda gazetecinin anlattıklarıyla karşılaştılar. Bütün bunlardan anlayacağımız ve çıkaracağımız sonuçlar şunlardır ki: Ermeniler sıradan bir savaşın peşinde değiller, Müslüman ve Türk kimliğine olan kin ve nefretlerinden ötürü bunu yapmaktalar. Onlar için ne kadar Müslüman ve Türk ölürse o kadar iyi. Otuz yıldan fazla süredir öldürülen siviller bunun açık delillerindendir. Fakat artık bu devranın böyle dönüp gitmesi mümkün değildir. Bugün Azerbaycan’ın Karabağ’da attığı her adım, 100 yıldır o topraklarda hiç yere masumca öldürülen sivillerin intikamıdır. Allah’tan ordumuza güç ve kuvvet vermesini temenni ediyorum ve inanıyorum ki bu kararlılıkla ilerledikçe Karabağ bizim, Karabağ Türklerindir. 
 
ANADOLU’YA GİRİŞ 
 
9 Temmuz günü saatlerimiz 11.00’i gösteriyorken bizler artık yurda dönmüş ve Trabzon sınırlarına girmiş bulunuyorduk. Yüksek ve kıvrım kıvrım dağlarından süzülerek indiğimiz Kafkasya, artık epeyce gerimizde kalmıştı. İçimizde geride bıraktığımız onca duygu ve his vardı lakin yurda dönüşünde mutluluğu bir başkaydı. Programa İstanbul’a gelerek erken katılanlar arasındaydım. Neredeyse iki haftadan fazla olmuştu, ailemden uzaktım ve içimde ister istemez bir özlem vardı. Kaldı ki bunu yaşayan sadece ben olmadığım sınırdan vatan topraklarına ilk girişten itibaren telefonlarına sarılan herkesten belli oluyordu. Seyahat biterken 10 gün boyunca yolculuk ettiğim kırk insanla o kadar yakındım ki daha önce Uluslararası Genç Derneği bünyesinde katılmış olduğum tüm programlar gibi bu da son derece samimi ve bir kardeşlik havası içinde son buluyordu. Neredeyse çoğunun birbirlerini hiç tanımadıkları ve daha önce tanışmadıkları insanlardan oluşan bu kırk kişi, seyahatin son bulduğu o saatlerde sanki daha önce onlarca kez böyle bir projede bir araya gelmiş gibilerdi. İşte sırf bu yüzden bile Uluslararası Genç Derneğine`ne kadar teşekkür etsem azdır. Katıldığım her proje ve programda böyle hisleri yaşamaktan o kadar mutluyum ki! Genç tam da bir genç hareketi olduğunu, onlarca sayıya ulaşmış işte bu projeleriyle gösteriyor bizlere. Bu vesileyle buradan Kafkas İslam Ordusu’nun İzinde adlı bu projede başta Uluslararası Genç Derneği olmak üzere başından sonuna kadar projede emekleri olan herkese sonsuz şükranlarımı sunuyorum. On ayrı yazıdan oluşan Kafkas Notları burada son buluyorken bütün okuyucularıma da saygı, sevgi ve şükranlarımı sunuyorum. Esenlikle ve sağlıkla kalın. 


GENÇ'ın Yazısı.