Aliye Nur Arapoğlu

"Sevgili dost,
 
Vücudum alev alev yanarken, ayaklarım beni yere çivilemek istercesine buz kesiyor. Kalbim, ürkek bir kuş gibi bedenimin bir yerlerinde tir tir titriyor. Bilir misin ürkek bir kuş nasıldır? Başka bir hayatın zehrinin kanıma karışmasından mı dersin, soluğum böylesine kesiliyor? Ah dostum, anlatamam ki benim kalbim çok acıyor. Eğer yanımda olsan belki anlayacaktın. Belki ellerin ellerimi bir nebze ısıtabilecekti ama yanımda değilsin ve ben sana, en çok yanımda olmayışına dargınım. Eğer yanımda olsaydın, beni çok sevenlerin ve benden nefret edenlerin anlamı olacaktı. Eğer yanımda olsaydın dost; tanınmaya değer olacaktım. Şimdi ben kalbini kapattığın bir akşam, perdeye vuran gölgenden senin uyuyup uyumadığını anlamaya çalışıyorum, bize reva görülen bu şeyin kıyısında öylece boğuluyorum. 
 
Elimi tutuşun ve dünyanın ücra köşelerinde seninle bir söğüt ağacının altında tek bir yaşamı paylaştığımız günler aklıma geliyor. Bilirsin, söğüt ağacı biraz herkesçedir ve aslında her yerdedir. Bir söğüt ağacının altında otururken yağmurlu bir akşamın tatlı esintisini hissedebilirdik, ahşap bir kapının gıcırtısını duyabilirdik, şen kahkahalar sokağımızı doldurabilirdi, çamurlu bir su birikintisinde bir anne azarını işitebilirdik. Bir söğüt ağacının altında oturmak hayata dair birçok şeyin ön izlemesini verebilirdi bize, söğüt ağacı bir yaşam gibiydi. Fakat bir manolya kadar özel hissettirmezdi bize kendimizi. Bir manolya ağacı dikmek, belki bize dünya üzerinde hiçbir şey kadar iyi hissettirmeyecek bir şeydi. Niyetimizin başka şeylere ve başka insanlara dair olmadığı tek şeydi, bir şeydi. Diğer yandan bir manolya ağacı her zaman bizim onu dikmemiz için rastgele bir yerde beklemeyecekti biraz onu aramamız gerekecekti. Aramaya çıktığımız zamanlarda olmadı mı sahi, belki bir mezar dibinde belki bir yaşamın kıyısında, aramadı mı gözlerimiz bir tohum?
 
Akşama doğru bir ağrı eserdi bizim için yellerden. O esen yel saçlarımızda, tenimizde, el ayalarımızda, avurtlarımızda, boğazımızda dolaşırdı; dairesel haraketlerle, sanki acıyı yoğunlaştırmak istercesine, sanki ürkek kuşlar kalbimize bırakılmamış gibi, vicdansızca. Ama sen değil miydin dost;  korkutup kaçıran tüm o yeşil gözlü canavarları?
 
Bir isyan mıydı çocuk damarlarımızda dolaşan şimdilerde pek anlayamıyorum, hüküm verip üstüne üstlük yargılayan bizi, ah içimizdeki deli öfke! Oradan buradan devşirdiğimiz kırılgan mutluluklarımız, peki ya o misketleri ölümüne çalan biz miydik? Biz miydik yirmi kuruşla bakkala giden ve bekleyen bir çikolatayı. Eksikken cebimizde beş kuruşumuz, eksikken yüzümüzde bir merhamet meleğimiz. Dinlediğimiz o kavga sesleri sonrasında cama vuran biz miydik? 
 
Küf ve rutubet kokusu içinde her gün bir cesedi sırtlayan, su bidonlarına ekilmiş yazdan kalma ortancalara üzülen, camdan cama uzanan çamaşır iplerini 'Kessem ne olur?' diye düşünen; yalın ayaklı çocuklara, kirli paçavralar içinde umarsızca oynayan yeni yetme oğlanlara şahitlik eden, biz değil miydik? Söyle dost, biz değil miydik? Düşündükçe mi hatırlarsın dost tüm bunları, aklıma geliyor benim zamanı büküp büküp cebine koyduğun günler, şimdi büktüğün zaman değil, benim bak. Beni büküyorsun, bana bakıyorsun, bana sırtını dönüyorsun.
 
Korkunun yelkenleri salınırdı aklımızın dehlizlerinde, hatırla, sabır taşardı zaman zaman boğazından. Söylerdin o zamanlar, derdin ki: 'İşte böyledir birden yakmak tüm gemileri'. E zaten, her vazgeçiş bir anidenlik değil miydi? 
 
İnsan üzerine konuştuğumuz uzun uzun sohbetler hatırlıyorum, sevdalanmış bir oğlanın öfkesini elinde taşır gibi kalkıp tozu dumanı birbirine kattığın günleri, kızarmış patlıcan ve biber kokusunu, kömür kokusunu, çok az yıkanan kirli çocukların kokusunu, çatı üstlerindeki lastiklerin yanma kokusunu, ucuz detarjan kokusunu ve birde kinini sahiplenmiş bir kalın palto hatırlıyorum.
 
Düşünüyorum dost tüm acılarımızın sebebi kimdi, kalbime ürkek kuşlar dolduran kimdi? En önemlisi sen değil miydin, hep var olan? Şimdi bizi çocukluğumuzdan kovmaya çalışan sen misin? Sorarım o zaman sana, bunca yük boşuna mı taşındı sırtlarda? O halde kapatma kapılarını bana, döndür yüzünü bana ki dönsün yüzüm bana..."
 
***
 
İki azı dişinin arasında bir hayat kaldı. Aslanın ağzında saçları kaldı. Şimdi Havva’yı ve Adem’i utandıracak bir çıplaklıkta kapalı bir kutuda insan. Hem insan dediğin birbirinin aynısı değil midir? Pek çokları aynı amelde. İnsan; insanın su içtiği kuyusu değil midir? Bu yüzden korkmaz mıyız, ya "onun" kuyusundan su içersem? İşte "o" olmak böyledir, "onunla" kavga eden kendisine bıçak çeker. İnsan hatırlamak ister bir savaşçı olduğunu. Ama unutmaya çalışan da yine insan değil midir? İnsan dediğin zaten zıtlıkları ile kaim değil midir? Sen sanarsın ki derdim onunla, çıkar derdin kendinle, işte buyurunuz insan!


GENÇ'ın Yazısı.