Kendisinden Başka Gündemi Olmayan Nasipsizdir!
Başkalarına hizmet götüren ve bunu bir şükür vesilesi sayan sonsuza açılmanın yolunu bulmuş demektir. Ne zaman ki nefsimize öncelik veririz, o zaman daralma başlar. Daralma başlayınca kendi kendimize bırakılırız. Kendi kendine bırakılan daha ne kadar daraltılabilir ki?
özleri gök kadar derin Genç o gün sıkıntı ile kalkarken uzun zamandır içinde bir daralma olduğunu düşündü.
“Çoktandır gitmiyorum Hakîm’e, ondan mı acaba?”
Niye gitmediği konusunda en ufak bir fikri yoktu ama içinden gelmiyordu gitmek ve bunu bir türlü izah edemiyordu. Aslında birçok defa gitme planları da yapmış ama ne hikmetse hiçbirisini gerçekleştirememişti.
Birden bir şey oldu. Aniden kalktı yerinden ve hızlıca hazırlandı. Ne yaptığını, niye yaptığını izah edemiyordu. Buna niyeti de yoktu zaten.
Biraz sonra Hakîm’in yanındaydı. Hakîm onu gördüğünde sadece gülümsedi. Yer gösterdi ve dalıp gittiği kitabına tekrar döndü.
Genç onu seyrederken içini yokladı. Kaç zamandır içini tırmalayan, engerek kuyruğu gibi titreşen, ikirciklenen o şeyden iz kalmamıştı. Hayret etmek, buna bir açıklama aramak, belki tutup sormak istedi bir an. Ama vazgeçti sonra. Hiç girmedi bu sorguya. “Dem bu dem” dedi ve içinde çağıldamaya başlayan şelalenin akışına bıraktı kendisini.
Sonraları, uzun ayrılıklardan sonra bir anda kendisini Hakîm’in yanında buluşlarını hiç izah edemediğini söyleyecekti. Bu ani gidişlerde, gidemeyişlerin üzerine oturduğu o mantık temelini yerle bir edecek bir aşkınlık vardı. İçinde ne savaşlar olurdu ayrı kaldığında; ne mücadeleler yapardı zihni ile kalbi, bunu ancak kendisi bilebilirdi. Ayrı kaldığında bu savaşların hepsinden zihninin galip çıktığını düşünürdü.
“O yüzden gidemiyorum işte…”
Ama birden kalkıp da gidiverince ve buna ne zihni ne de önceden kurguladığı hiçbir şey mani olamayınca işte böyle her şey tersine dönüveriyordu. Esas galip kimdi burada? Galip bir tarafa, esas mağlup zihniydi işte. O kadar akıl yürütmeyi tuzla buz eden şu gelişi neyle açıklayabilirdi ki başka? Kendisini aşan bir şey vardı orada. Çağrılmaktan öte bir şey… İradeyi hiç tanımayan, gönülden kabarıp gelen bir şey…
Bir keresinde “tutup götürülmek ve bulunman gereken yere konmak mı acaba, emin değilim...” diyecekti. Gerçekten emin değildi, çünkü ne kadar anlatmaya çalışsa da başaramıyordu. Başaramıyordu çünkü tarif tahrif ediyordu. Yaşadığına, tecrübe ettiğine ilişkin kelimeler aramak, tıpkı ortalıkta çıplak dolaşıp elbise aramak gibi bir şeydi. Kaldı ki bulduğu anlatmıyor, aldatıyordu. Hakîm’den duyduğu bir şeyi tekrar hatırladı burada:
“Hakikat mevzubahis olunca kelimeler açıklamaya değil setretmeye yarar…”
Gözünde Hakîm, özünde Hakîm olunca sanki aklından gelip geçeni bilirmiş gibi söze girdi Hakîm. Kaşlarını kaldırmış, başı hafif eğik gözlüklerinin üstünden bakıyordu:
- Kayıptın?
Mahcup bir eda ile başını önüne eğdi:
- Gelemedim bir türlü.
- Gelmek mi istemedin?
- İstedim aslında ama…
- Demek O’nun istemesini istemedin…
Hayretle başını kaldırdı. Hakîm beklediği tepkiyi almış olmanın memnuniyeti ile gülümsedi:
- O dilemeden dileyemeyiz. O yüzden bir şey olmasını istiyorsak O’nun istemesini istemeliyiz. Biz buna hayırlısı diyoruz. Hayırlısı O’nun istediğidir.
Sustu, bu konuda daha fazla konuşmak istemiyordu. Günün nasibinin bu olmadığını düşünüyordu. Herkesin vaktine, kapasitesine ve nasibine göre bir söz rızkı vardı. Nasıl rızık birileri vesilesi ile hazırlanır ve önümüze konursa söz rızıklarımız da belli vasıtalarla getirilirdi. Söz de güzel pişen bir yemek gibi itina ve ustalık isterdi. Malzemesi iyi seçilmeli, iyi hazırlanmalı, güzel pişirilmeli ve özenle takdim edilmeliydi. Söz aşçıları, hangi sözün nerede, nasıl ve hangi ölçüde iletileceğini bilen mahir insanlardı. Hayatta hep böyle bir maharetinin olmasını istemişti. İnsanlara akılları kadar konuşmak zaten Nebi ihtarı değil miydi?
Esas meramı Genç’in uzun zamandır ayrı kalışı üzerineydi:
- Gelemedin çünkü her zaman gelip gidecek durumda olmayabiliriz. Bazen içimiz dünyayı alacak kadar genişler, bazen kendimizi almayacak kadar daralırız.
Söylediklerinin tesirini ölçercesine muhatabına baktı. Genç’in yüzünde merak kol geziyordu.
– Rüzgârın nasıl eseceğini sen tayin edemezsin. Ama nasıl bir tesir bırakacağını belirleyebilirsin.
Genç bundan çok emin değildi. Aklına yatmayan bir şey işittiğinde dudaklarının büzülmesine engel olamazdı. Yine öyle oldu ve Hakîm bunu kaçırmadı:
- Önemli olan neyin geleceği değil, gelenin bizi nasıl bulacağıdır. İrademiz, geleni belirleyemez ama gelene nasıl tavır göstereceğimizi belirleyebilir. Eğer irademizin dizgini elimizde olursa gelen darlık da olsa genişlik de olsa hoş gelir, hoş bulur, hoşa gider. Böyle olursa da bir gün gelir darlığı da genişliği de seçme imkânımız olur.
Genç kulağını nazara getirircesine başını hafifçe sağa çevirdi. “Anlamadım” anlamına gelen bu harekete Hakîm gülümsedi:
- Tabii öyledir, bastı da kabzı da seçebilirsin. Yeter ki iradene sahip ol, her geleni O’ndan bil, O’ndan gelene nasıl muamele edilmesi gerekiyorsa öyle muamele et. Hiçbir misafirde dengeni bozma, çünkü hangisinde hayır olduğunu biz bilemeyiz.
Elini kaldırdı ve göğsüne koydu:
- Benim ne tercih ettiğimi soracak mısın?
Genç meraklandı. Başı ile evet derken gülümsüyordu. Hakîm devam etti:
- Ben kabz yani daralma halimi kendime karşı, bast yani ferahlama halimi ise başkalarına karşı kullanırım. Kendime karşı “daralmış”, başkalarına karşı “açılmış” olmayı tercih ederim.
Genç şaşırdığı zamanlarda hafif kekelerdi. Yine öyle oldu:
- Nasıl, nasıl başarıyorsunuz bunu?
- Kabz rüzgârı estiği zaman bilirim ki muhasebe vaktidir. Döner kendimi sorgularım. İçim daralmışsa mutlaka birine ya da bir şeyi yanlış yaptım. Af dilerim. Bu zaman kendimle kalmam ve Cenâb-ı Hakk’a iltica etmem gereken bir zamandır.
- Ya içiniz genişlediği, ferahladığınız zamanlar?
- O zaman şükür ve hizmet zamanıdır. İçimden taşıp gelenin nefsimi kabartmasına engel olmak, bu taşkınlığı başkalarına aktarmakla olur. Sevindirir, verir ve yardım ederim. Bu zaman başkalarına ulaşmam ve Cenâb-ı Hakk’a şükretmem gereken bir zamandır.
Genç, Hakîm’in yanından çıkarken rüzgârın ne zaman ve nasıl estirileceğini neden bilemediğimizi düşünüyordu. Bir ara içinde bir kıpırtı oldu, zihni aydınlandı, yeni bir idrake ulaşmanın verdiği heyecanla adımları hızlandı. O gün günlüğüne şunları yazdı:
“Hizmet ve şükür devamlı olursa bast hali de devam olur. Hep açılır içimiz. Başkalarına hizmet götüren ve bunu bir şükür vesilesi sayan sonsuza açılmanın yolunu bulmuş demektir. Ne zaman ki nefsimize öncelik veririz, o zaman daralma başlar. Daralma başlayınca kendi kendimize bırakılırız. Kendi kendine bırakılan daha ne kadar daraltılabilir ki? Kendisinden başka gündemi olmayan ne kadar nasipsizdir!!!
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.