Bin Yıllık Çınar
Ulu Camii’ni Yıldırım Beyazıd valiyken yaptırmaya başlamış. Timurleng’e esir düşünce bitirmek oğluna nasip olmuş. Kanuni Rodos Seferi’ne çıktığında Kütahya’da dinlenirken Mimar Sinan’a elli yedi çam direkli Cami’yi tamir etmesini buyurmuş ve II. Selim babasının ölümünü duyduğunda Cuma hutbesini kendi adına okutup Topkapı’ya padişah olarak gitmiş.
Gökyüzü aralandığında bulutlar sağa sola kaçıştı. Şimdiye kadar görünmemiş mavi bir ışık değdi toprağa. İçinde güzeller güzeli bir kız, canavarları öldüren Oğuz Han ne bir adım ileri atılıp kıza dokunabildi ne de gözlerini ayırdı. Başında kutup yıldızını taşıyan kız gök ve havaydı. Üç oğul verdi Oğuz Han’a, Gün, Ay ve Yıldız. Oğuz Han’ın yanından hiç ayırmadığı bilge kişi Uluğ Türk rüyasında altın yayın doğuya, gümüş okların batıya doğru gittiğini gördü. Diğer eşinden olma oğullarını da yanına çağıran kutlu Oğuz fethettiği ülkeleri evlatları arasında paylaştırdı. Ve buyruk diledi, “Bu ülkeler mülkünüz değil. Sizden sonraki nesillere daha mamur, daha yaşanır, daha huzur dolu teslim etmek üzere size emanettir. Buğday başağı gibi olun. Gücünüz ve bilginiz arttıkça boynunuz bükülsün.”
Altın Yay’ı Gün Han, Ay Han ve Yıldız Han arasında paylaştırdı. Bozoklar ülkelerine doğru ilerlerken bilge şahin yol gösterdi, atlar güçlü adımlarla koştu, oba çadırları kuruldu, oba çadırları toplandı. Kar toprağa değmeden kervan göçtü. Söğüt topraklarında güçlü erler dolandı. Gün geldi Ertuğrul Bey Söğüt’ü kışlak, Domaniç’i yaylak olarak kullandı. Gökten gelen mavi ışık bir daha toprağa değmedi. Destanlara sızdı geçmiş.
Osmanlının Hikayesi Burada Başlar…
Uçaklara küsüm. Dağlar, ormanlar, vadiler arasından güneye, gül ve lavanta bahçelerine doğru ilerliyorum. Temmuz ayında otlar sararmış, yeşil ağaçlar tonunu kaybetmeye başlarken bazı tarlalar çıplak, bazıları mahsul dolu.
Söğüt’e vardığımda Ertuğrul Gazi Türbesi’ni geziyorum. Ulu ağaçların gölgesine sıralanmış huzurlu mezar taşlarının ayakları toprağa gömülü. Kiminde renkli çiçekler açmış kimi toprağa sarınmış. En süslü olanın kıyısına oturup etrafta dolaşan yeniçeri kıyafetli delikanlıları seyrediyorum. Dev kılıçları birbirlerine sallayıp poz veriyorlar. Hamidiye Camii’ni ziyaret edip yoluma devam ediyorum. Çelebi Sultan Mehmet Camii’nin önünde fotoğraf karesine sığmayan dört yüz yıllık kavak ağacının yaşlı kolları budanmış. Geriye kalanlar da köhne gövdesinin üstünde gökyüzüne uzanmış zamana direniyor. Hemen yanındaki çeşmenin kenarına kurulan kahve geçmiş yıllara göre tenha. Sokakta maskeyle yürümekten sıkılan oturup bir kahve ısmarlıyor. Çay, kahve bahane masaya oturduklarında maskeleri çıkarıp bir fincanlık özgürlük satın alıyorlar. Sıcak nefesleri rahatça, engelsiz süzülüyor dudaklarının arasından.
Krallar da Ölür…
Boz Höyük üstünden Kütahya’ya geçiyorum. Geçmişin izleri toprağın katmanlarına saklanmış. Aç gözlülüğü yüzünden ölen yarı gerçek, yarı mitolojik Kral, Midas’ın uygarlığı bu topraklarda yaşamış. Yassı Höyük’de üç metrelik karanlık bir oda içinde bulunan kısa bir adam cesedinin korkunç Midas’a ait olduğu düşünülüyor. Gerçekte asimetrik olan kulaklarını serpuştunun altına sakladığından eşek kulaklı sanılsa da Midas sadece şapkasını ne olursa olsun çıkarmayan garip bir kral.
Germiyan Mahallesi’nde eski Türk evleri yan yana dizilmiş, kimi bakımlı ve güzel, kimi kocamış bir kadın. Germiyan Oğullarından alınan Kütahya bir şehzadelik şehri. Osmanlı’nın varisi bu topraklarda olunca alimler, sanatkârlar ve saray ahalisi şehzadeyle birlikte şehre yerleşmiş. Belki de bu yüzden seramik ve çinicilikte gelişmiş Kütahya.
Ulu Camii’ni Yıldırım Beyazıd valiyken yaptırmaya başlamış. Timurleng’e esir düşünce bitirmek oğluna nasip olmuş. Kanuni Rodos Seferi’ne çıktığında Kütahya’da dinlenirken Mimar Sinan’a elli yedi çam direkli Cami’yi tamir etmesini buyurmuş ve II. Selim babasının ölümünü duyduğunda Cuma hutbesini kendi adına okutup Topkapı’ya padişah olarak gitmiş. Yüzlerce yıl ister padişah ol ister kapıda çarık toplayan çocuk aynı secdeye varmış başlar. Bina zamana yenik düştükçe yeniden ayağa kaldırılmış. Aizanoi harabelerinden getirilip din değiştiren mermer sütunlar Tanrı Zeus’a adanan törenleri unutup okunan ezanlar ve gül suyuyla paklanmışlar. Bir hata mıdır yoksa keramet mi bilinmez, simetriye uymayan mihrabın sırrı ne kayıtlara ne de hikayelere yazılmamış.
Aslan Başlı Havuzlar…
Bir sonraki durağım geçmişte afyon yetişen topraklar. Dağın tepesinde tırmanılması imkânsız gözüken kaleden yırtıcı kuşlar havalanırken şehrin altında sular kaynıyor. Yer tabakasındaki kırıkların oluşturduğu odalarda magmanın ısıttığı akarlar, toprağın minerallerini emip yer yüzüne çıkıyor. Termallerdeki şifalı sular hasta bedenlere derman.
Kırk ahşap sütun arasında dolanıyorum. Afyon Ulu Cami içinde bir kabir, kenarları parmaklıkla kapatılmış. Ahşap kirişleri ve lambrileri süsleyen kalem işleri solup yok olurken belli belirsiz izler bırakmışlar arkalarında. Mihraba oturuyorum. Cami boş, gölgeye sığınmak için giren bir kuş bile yok içerde. Namaz kılıp selam versem sağımda Kelime-i Tevhit solumda “Adaletli ol ya Allah’ın emiri” yazıyor. Sultanlar, padişahlar, emirler Allah’ın büyüklüğünü, kendi acziyetlerini hatırlamak için küçük izler bırakmışlar gözle görülür yerlere. İslâmiyet’in başlarında renkli bir çizgi, bir kaya parçası veya alçı levha ile belirtilen mihrap adını ilk olarak bir ayetten, Hz. Zekeriyyâ’nın Beytülmakdis’de namaz kılıp ibadet etmek için kullandığı özel mekâna verilen isimden almış. Caminin mücevheri, kudretin sesi, merhametin zirvesi olan mihrapta kimi zaman bir padişah durmuş namaza, kimi zaman gariban görünüşlü Hızır. Nasibi olmayan secdeye başını değdirememiş. Zamanın kudretli Emir’i bütün ihtişamıyla girdiği camide diz çöküp secdeye varmış. Cemaate dönmeden önce gördüğü son şey kıvrak harflerle yazan ikaz olmuş. “Adaletli ol ya Allah’ın emiri”
Antoninler Çeşmesi’nde Su Perileri…
Ağlasun pınarlarıyla meşhur. Leyleklerin göç yolunda, virajları tırmanarak ilerlerken keçi sürüleri yolumu kesiyor. Yavrular heyecanlı, anneler bezgin. Altıncı yüzyılda imparatorlar için kurulan Sagalassos’a henüz varamadım. Bir dağ kalesi olan bu şehirde su perilerine ait çeşmeler hâlâ akıyor. Aşk için dolduruluyor şişeler.
Tiyatronun duvarlarına tırmanıp Türkiye’deki antik kentlerin en yükseğinden bakıyorum dağların zirvesine. Sahneye kadar inen taş oturma sıralarında yabani otlar bitmiş. Yıkık dökük, boş sahnede rüzgâr tragedya oynuyor. Taşlar sessiz.
Gezgin kimliğiyle dolaşan İngiliz ajan Gerdrude Bell’in 1907’de fotoğrafladığı Sagalassos’un adı Güzel Kutlu Ulu Doruk anlamına geliyor. Kütüphanesi, siyah beyaz mozaikleri, çeşmeleri süsleyen dev tanrı heykelleri, tiyatrosu ve masalsı geçmişiyle ünlü Sagalassos, İskender ve ordusundan geçiş parası isteyecek kadar korkusuz bir şehir. Persleri titreten Makedonyalı İmparator ise böyle bir pervasızlığa göz yummayacak kadar gözü kara.
Ahşap oymalı eski Burdur evleri depremlerle yok olmuş, kalan birkaç tanesi Ulu Cami’nin yakınında. Müzede Sagalassos’tan getirilen eserler. Tanrılar sıra sıra dizilmiş ışıkların altında. Nemesis öç almak için hazır, Asklepios’un kafası kayıp, Dionysos yine sarhoş…
Yol üstünde durup bin yaşında bir çınarın altında çay içiyorum. Elimde not defterim. Bir cümle bile yazamadan kalemin ucu üç kere kırılıyor. Yeşil, canlı, ölümü beklenmeyen bir yaprak düşüyor elime. Başımı kaldırıp çınarın göremediğim zirvesine bakıyorum. Yeniden defterime döndüğümde bir esinti sayfaları karıştırıyor. Biliyorum ne yazarsam yazayım gerçeği tarihçilerden, gezginlerden daha iyi biliyor bu anıt ağaç. Elimde bana yolladığı yaprak; kalemi, kâğıdı bir kenara bırakıp ihtiyar çınarı dinliyorum.
Hande Berra'ın Yazısı.