Düşünüyorum da, hayatın içinde farklı meselelerde de benim takım tuttuğum gibi davranıyoruz ve Yunusları incitiyoruz. Hâlbuki farklılıklar zenginliğimiz. Birbirimizi kırmaya değer mi hiç?

Yıllar önce, yanlış hatırlamıyorsam 80’li yılların sonları… Ülkenin tek kanalında yayınlanırdı o yıllarda maçlar… İzlediğim bir maç sonrası, tuttuğum takımın farklı kaybetmiş olmasının verdiği derin ıstırabı bastırmak için koşarak, düşersem canım acımasın diye ve kıdem gereği seçtiğim, ranza altı yatağıma gittim. İçimde tarifi imkânsız bir hüzün; hıçkırarak ağlıyorum…

Tutamıyorum kendimi, sesimi bastırmak için çaba sarf etsem de sesim yankılanıyor evin duvarlarında… Eskiden malum odalar salona, kalplerimiz ise herkese açıktı… İşte salonda biz duyalım diye hafif sesli bir şekilde Kuran okumaya çalışan babam, durumdan rahatsız olmuş olacak ki, sinirli bir şekilde odaya girdi, “ne ağlıyorsun?” diye sert bir şekilde sordu. Ahh ağlamayı bırakabilsem anlatacağım ne kadar ağırıma gittiğini, kaçırılan golleri ama ne fayda… Baktı olacak gibi değil, “nedir oğlum bu top sevdası?” deyip çıktı…

İşte babamın tüm söylediklerine inat, yıllar geçtikçe daha bir bağlanıyorum bu işe… Okul takımında oynuyorum; yetmiyor Ankara’da o yıllarda sayılı olan halı sahalarda düzenli maç yapmak için para biriktiriyor ve her geçen gün daha da artan duygularla izliyorum maçları.

Yıllar geçmiş 90’lı yılların ortasına gelmişiz. O yıllarda en yakın arkadaşım, sırdaşım, kardeşim olan Yunus ile neredeyse yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmiyor. Gün içerisinde birbirimizi görmezsek, o gün kaybedilmiş oluyor bizim için. Ancak yılda özellikle iki defa yan yana gelmek istemediğimiz günler oluyor. Zira onun tuttuğu takımla benimki ezeli dost! Hemen anladınız değil mi? Durun yahu, daha yeni başlıyoruz…

Diğer arkadaşlarımız bu hususta daha itidalli ve olgun davranırken özellikle ben Yunus’u da etkileyerek, sürekli tatsızlık çıkarıyorum… Galip gelirsek kızdırmak iyi geliyor, kaybedersek de kızmak… Ama her iki neticede de sonunda kavga ediyorduk. O sebeple kardeşliğimize zarar gelmesin diye takımlarımızın birbiri ile oynayacağı maçları ayrı ayrı izliyor, kızdırma ve kavga faslını ertesi günlere bırakıyorduk. Ta ki o yıla kadar;

O yıl arkadaşlarımızın da ısrarı ile maçı hep beraber bizim meşhur dükkândaki tüplü, arada bir “dzzztttt” diye ekranı kararan televizyonda izlemeye karar verdik. Çayı koyduk ve heyecanla geçtik televizyonun karşısına… Öyle bir ilk yarı oldu ki, benim takım Yunus’un takımı darmadağın etti… Her golden sonra oturduğum sandalyeden kalkıp Yunus’un etrafında oynuyor, yanağından makas alıyordum. Yunus sinirlense de belli etmemeye çalışıyor ve sadece “yapmasana oğlum” diyebiliyordu… Diğer arkadaşlar bizim halimize gülüyor, ben de sevinçten onlara lokantada küçük dolapta altın gibi sakladığımız şişe içeceklerden ikram ediyordum… İlk yarı bitmiş, ikinci yarı başlamak üzereydi. Yunus tüm ciddiyeti ile sessizce oturuyor ve gergin halini saklamak için ellerini sımsıkı bağlıyordu… Ben ise “ağlama oğlum, ağlama; elini kolunu bağlama!” isimli o anda bestelediğim şarkımı seslendiriyordum neşeyle.

İkinci yarı başlamış, bizim takım defansa kapanmıştı. Maçın seyri değişmeye başlamış, Yunus’un takım o meşhur futbol tabiri ile leblebi gibi top oynamaya başlamıştı. Goller arka arka geldikçe ben yerime oturmaya başladım. Hakkını yemeyeyim, beraberlik golü geldiğinde bile Yunus benim gibi abartmamıştı durumu, efendi gibi seviniyordu… Benimse sinir katsayılarım artmıştı.

Korktuğum başıma gelmiş, Yunus’un takım son dakikalara yakın galibiyet golünü de bulmuştu. İşte tam o anda Yunus sanki herşeyin acısını çıkartırcasına çığlıklar atmaya, kalkıp oynamaya başlamıştı. Kendimi kaybetmiş, bir anda oturduğum yerden Yunus’un üzerine atlayıvermiştim. Kırk yıllık düşmanım vardı sanki karşımda ve nefes nefese kalmıştım bizi ayırdıklarında… Yunus’u kapıdan çıkarırlarken “bir daha seninle görüşen senin gibi olsun be; ulan kardeş dedik ama hikâye lan senin arkadaşlığın! Bizden daha mı kıymetli takımın?” diye bağırıyordu. Yere oturmuş, beni tutan arkadaşımın kollarında “evet lan senden daha kıymetli!” diye karşılık vermiştim nefes nefese… İşte bu sözüm sanki Yunus’u paramparça etmişti… Dönüp şöyle bir baktı gözümün içine ve sessizce gitti…

Aslında yaptığımdan utanmış ve pişman olmuştum zira Yunus’u hiç bu kadar kararlı görmemiştim. Bir anda ayaklandım, o tarafa doğru hareket etmek istedim ama kavga edeceğimi düşünen diğer arkadaşlarım beni bırakmıyorlardı…“Yahu bırakın tamam, bişey diyeceğim!” diye söylesem de inandıramadım. İyice uzaklaşan Yunus’un ardından tüm zincirlerimi kırarak bağırmak istedim, “Yunus, sen daha değerlisin oğlum, gerçekten!” diye ama Yunus arkasına bile bakmadan hızlı adımlarla yürümeye devam etti ve biz çok uzun bir süre konuşmadık birbirimizle…

Gençlik işte; elbette düzelttik arayı bir süre sonra ama aradan geçen onca zamandan sonra dostluğumuz eskisi gibi olmadı hiçbir zaman… Takım tutma işini çok ileriye götürdüğümü çok sonra fark ettim ve yavaş yavaş, kademe kademe azalttım bu durumu…

Şimdilerde sadece memleketimin takımının taraftarıyım ve belki de uzunca bir zaman önce bana bir Yunus’a mal olan takımı pervasızca desteklemeyi bıraktım. Hala maç izliyorum ama yanımda hep Yunus var gibi…

Şimdi ne yapıyor Yunus diye sorarsanız, gerçekten bilmiyorum. Ama bazen onun tuttuğu takımın kazandığını öğrenince, kesin sevinmiştir diye gülümsüyorum…

Düşünüyorum da, hayatın içinde farklı meselelerde de benim takım tuttuğum gibi davranıyoruz ve Yunusları incitiyoruz. Hâlbuki farklılıklar zenginliğimiz. Birbirimizi kırmaya değer mi hiç?

Hadi bi Yunus Emre şiiri ile bitirelim;

Bir kez gönül yıktın ise,

Bu kıldığın namaz değil…

Yetmiş iki millet dahi,

Elin yüzün yumaz değil…


Emre Topoğlu'ın Yazısı.