Turgay Bakırtaş

İstanbul’un bir “sahibi” yok; sahiplik iddiasında bulunanların bu iddialarını sürdürecekleri bir zemin yok. İşte bu yüzden İstanbul’u yönetmeye talip olanlar bu şehre neyin yakışıp neyin yakışmayacağına yalnızca kendi pencerelerinden bakarak karar veremezler.

13 Eylül’de, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin resmi Twitter hesabından şöyle bir paylaşım yapıldı: “Şehre caz yakıştı, ne dersiniz?” İçinde bariz bir kinaye barındıran bu tweet, farklı açılardan incelenmeyi hak ediyor. Çünkü bir yanıyla ülkedeki mevcut ideolojik çekişmelerin gereksiz yere semboller üzerinden ilerleyişini, diğer yanıyla İstanbul gibi kadim bir şehre neyin “yakıştığı” tartışmalarını barındırıyor içinde. (Benzer bir hadise 19 Eylül’de de yaşandı: İBB’ye bağlı Şehir Tiyatroları, Necip Fazıl’ın “Reis Bey” ve Mustafa Kutlu hikâyesinden uyarlanan “Mavi Kuş” oyunlarını sebep göstermeden programdan çıkardı. Onların yerine İstanbul’a “daha çok yakışan” oyunlar konacak muhtemelen.)

Siyaset, meşakkati bol bir dünya; dinamikleri gereği de epey hırgür barındırıyor içinde. Bunu Türkiye’ye has zannetmeyin, dünyanın hemen her yerinde siyasi zeminde yürüyen tartışmalar doğası gereği gerilimli, kavgalı, entrikalıdır. Bu yüzden bazı tartışmaları siyasetin insan yutan anaforlarına taşımamak gerekir. İstanbul örneğinde olduğu gibi… İstanbul bir “politik figür” olarak yalnızca Türkiye için değil, dünya için de tarih boyunca önemliydi. Fakat bu şehre gerçek değerini katan onlarca farklı etkeni siyasetle bağdaştıramayız. Bu ister bir caz konseri olsun, ister bir meydan düzenlemesi.

Benim cazım senin sazını döver

İBB’nin neden böyle bir tweet attığı aşikâr. Yakın zamanda gerçekleşen seçimlerde yönetim el değiştirdi ve temsiliyeti birbirinden epey farklı siyasi partilerin birinden diğerine geçti. Bu çok doğal. Doğal olmayan, bu değişimin bazı “rövanş” arzularına yol açması. Kentin var olan ve herkes tarafından kabul gören trafik, altyapı, yeşil alan, toplu taşıma gibi acil sorunları dururken yeni yönetimin “dur şunlara laf sokalım” güdüsüne kapılmasını kabul edemeyiz. Ayrıca “caz” göstergesi üzerinden ilerlersek, üç sebepten dolayı mantıklı da değil yaptıkları: Bir; İstanbul’la özdeşleştirilecek müzik ararsak akla önce caz gelmez. İki; İstanbul hâlihazırda uzun yıllardır dünyanın en ünlü caz müzisyenlerine ev sahipliği yapıyor. Ve üç; caz ne “o tarafın” ne “bu tarafın” tekelinde bir müzik türü.

Sonuncu maddeyi biraz açayım. İnternetin dünyayla birlikte Türkiye’de de hızla yaygınlaştığı 2000’li yılları, bu sonsuz imkânlar denizinin sunduğu keşiflerle geçirdik. Sinemadan edebiyata, müzikten modern sanatlara kadar dünyanın dört bir köşesindeki hazineler tam bu yıllarda önümüze serildi. Yeni kuşaklar -tüm sınıfsal farklılıklarına rağmen- bu kültür birikiminden “hep birlikte” faydalandı ve İskandinav cazından Latin Amerika edebiyatına, klasik Arap müziğinden Güney Kore sinemasına uzanan bir yolculukta yan yana yürüdüler. Bunu söylerken tahmin yürütmüyorum; o yıllarda gittiğim konserlerde, festivallerde, müzelerde her görüşten, her sınıftan insanla karşılaştığım için, bambaşka dünyaların insanı olan arkadaşlarımın bu duraklarda buluştuğuna şahit olduğum için söylüyorum.

Ferdi Tayfur mu İstiklal Caddesi mi?

Büyük oranda İstanbul’da gerçekleşen bu etkinlikler, geçmişte olduğu gibi bugün de şehrin çok renkliliğine, çok kültürlülüğüne, modern ifadesiyle “kozmopolitliğine” en büyük katkıyı yapan unsurdu. Bu sayede gangsta rap’ten indie rock’a, deneysel cazdan progresif metale kadar tüm ana ve alt müzik türlerinin sıkı dinleyici kitleleri oluştu. Arabesk, halk müziği, klasik Türk müziği, tasavvuf musikisi, pop müzik gibi türlerin bir numaralı üretim sahası zaten İstanbul’du. Yeşilçam İstanbul’daydı, en büyük hattatlar İstanbul’da yaşadı, Türkiye’nin modernleşme serüveninin işareti olan tüm büyük dönüşümlerin sosyal ve kültürel yansımaları önce İstanbul’da görüldü.

Şimdi tüm bunları üst üste koyarak bir soru sorayım: Sizce İstanbul’a en çok yakışan kültürel öge nedir? İnsanların Gülhane’de birbirini çiğneyerek izlediği Ferdi Tayfur konseri mi, CRR’de yankılanan Keith Jarrett notaları mı, Ahmet Özhan’ın Yenikapı Mevlevihanesi’nden yükselen billur sesi mi, İnönü Stadyumu’nda 56 bin kişiyi coşturan Michael Jackson mı, Harbiye’de bağlamasıyla hem ağlatan hem oynatan Neşet Ertaş mı, sayısız Yeşilçam aşkına fon olmuş Haliç mi, efsaneleriyle yaşayan Kız Kulesi mi, Osmanlı İmparatorluğu’nun görkemini tüm haşmetiyle yaşatmaya devam eden Süleymaniye mi, her gün yüz binlerin ziyaret ettiği Mısır Çarşısı mı, İstanbul Üniversitesi mi, Dolmabahçe Sarayı mı, İstiklal Caddesi mi, yıkık Tarlabaşı sokakları mı, artık aramızda olmayan Sulukule mi, Erguvan ağaçları mı, Kadıköy-Eminönü vapuru mu, Ayasofya mı, Yahya Kemal mi, Orhan Veli mi?

İstanbul ‘sahip’ sevmez

“İstanbul halkı kimlerden oluşur” diye sorayım bir de: Türklerden mi, Kürtlerden mi, Araplardan mı, Ermenilerden mi, Rumlardan mı, Romanlardan mı, muhafazakârlardan mı, laiklerden mi, ülkücülerden mi, sosyalistlerden mi, dervişlerden mi, sarhoşlardan mı, tüccarlardan mı, memurlardan mı, elçilerden mi, öğrencilerden mi, dolandırıcılardan mı, yardım gönüllülerinden mi, polislerden mi, suçlulardan mı, ilkokul mezunlarından mı, akademisyenlerden mi?

İstanbul’a dair ne sorsam cevabı bir paragraftan kısa olmaz ve müthiş bir zenginlik içerir. Çünkü Türkiye’de (hatta belki de dünyada) İstanbul kadar zengin renk, ses, desen, yaşam, inanç barındıran bir şehir yok. İşte bu yüzden İstanbul’un bir “sahibi” yok; sahiplik iddiasında bulunanların bu iddialarını sürdürecekleri bir zemin yok. İşte bu yüzden İstanbul’u yönetmeye talip olanlar bu şehre neyin yakışıp neyin yakışmayacağına yalnızca kendi pencerelerinden bakarak karar veremezler.

‘Necip Fazıl şık durmuyor’

İstanbul’a gerçekten bir şeyler yakıştırmak isteyenler için öyle uzun bir tavsiye listem var ki aklınız şaşar. Fatih Camii avlusuna çeşit çeşit ağaçlar dikmek, Boğaz hattındaki çirkinlik abidesi yapıları yıkmak, Üsküdar-Çengelköy arası sahil hattını kesintisiz yürüyebilmek, gece yarısından sonra güvenle seyahat edebilmek, yeşille süslenmiş kocaman meydanlar yapmak, mesleğine saygısız tüm taksi-minibüs-otobüs şoförlerinden kurtulmak, Eminönü’ndeki çeteleşmiş esnafı nizama sokmak, mültecilerin sosyal adaptasyonunu hızlandırmak, köprüdeki pavyon lambalarını söktürüp şık bir ışıklandırma yaptırmak… Çünkü biliyorum ki bu şehir sadece kendine hizmet edenlere paye veriyor, yalnızca onları yüceltiyor. Eskiden beri süregelen bir kültürel etkinliği siyasal çekişme malzemesine dönüştürüp ima yüklü tweet atanları ya da “üzerimde şık durmuyor canım” diyerek tiyatro oyunlarını sahneden uzaklaştıranları değil.


GENÇ'ın Yazısı.