Ortada bir savaş var. Çekingenlik bir kaçıştır. Yapman gerekeni yaptırmayarak ortaya çıkar. Edep ise savaşı kendi yöntemlerinle kuşatmandır.

Bir türküde o vurucu mısra söylenmeden önce pek çok alakasız söz söylenir. Ağaçlardan, yelden, sütten, tastan, kuzudan bahsedilir, neden? O etkileyici sözü, yârin kalbini kanatacak kelimeleri, ayrılığa ve ölüme dair bilgece lafları söyleyebilmek için muhataba yaklaşmak veya muhatabı manaya yaklaştırmak mı gerekir? Türkülerde o son sözü etmeden önce kelimelerden basamakları tırmanmak mı gerekir? Bu da edebe dâhil midir? Edeple mananın etrafında pervane olmazsak o son mısra öyle vurucu ve etkileyici olmaz mı? Direkt söze girsek, sen ve ben desek, senli benli olsak, teklifsiz ve ciddiyetsiz her iş gibi mananın değerini kaybetmez miyiz?

Eskiden bahçeli evlerde yaşayan kadınlar dış kapı çaldığı zaman iç kapıdan dış kapıya giden yolda eteklerindeki unları çırpar, saçlarını örtülerinin içine katar, gömleklerinin kollarını indirir, aradaki mesafeyi kendilerine çeki düzen vererek aşarlarmış. Misafire hazırlanırmış her biri. Bu da edebe dâhil midir? Kendimizi düzeltmeden aştığımız her yol ziyan mıdır? Üstümüz kirli, saçlarımız dağınık, derli toplu değiliz ama kapı çalıyor, misafir iç kapıya kadar gelmiş artık, mesafe tükenmiş, biz tercih etmişiz bu yolsuz ve ani yaşamı, bu bahçeye değil de sokağa açılan kapıyı biz imar etmişiz. Öyle darmadağın kapıyı açsak misafire misafir gibi değil de senli benli davransak yola ve yolcuya dair mananın değerini kaybetmez miyiz?

Müstakil salavat kitapları vardır. Sadece övgü ve selam vardır içlerinde. O kutlu isme yaklaşmak için pek çok kelimenin, sözün kapısında durur müellifleri. Sadece bir ismin etrafında o ismi niteleyecek, onu anlamlandıracak, mânâsına yaklaşmak için basamak olacak cümleler, paragraflar yazmışlardır. Bir kişiyi göklere çıkarmak, onu şirkin bir unsuru haline getirmek için değil, en sevilene sadece ismi ile hitap etmeyi saygısızlık olarak gördükleri için. Bu da edebe dâhil değil midir? Gülü bülbülü, inciyi mercanı, kademi hırkayı bir kenara koyup direkt sen desek, senli benli olsak, teklifsiz ve ciddiyetsiz her iş gibi mananın değerini kaybetmez miyiz?

Kayalar kuma dönüşmemiş, rüzgar toprağı alıp götürmemiş, ırmaklar ufkun çizgisinden dökülmemiş olsa yine de kirpiğimiz kaşımıza değmeden kainatı dolaşır, çünkü sabit bir noktaya bakmaya değil aramaya kurmuşlar bizi. Ararken başımız dönmesin diye dünyayı yavaşlatmışlar. Ağır olmazsa yavaşlamaz demişler, yük üstüne yük vurmuşlar dünyaya. Dünya hafiflerse hızlı döner, hızlanan üzerindekini fırlatır. Sağa sola fırlayan bir kul olmayalım diye bizi de ağırlaştırmışlar. Yük üstüne yük vurmamışlar, bir kalp katmışlar içimize yetmiş.

Ortada bir savaş var. Çekingenlik bir kaçıştır. Yapman gerekeni yaptırmayarak ortaya çıkar. Edep ise savaşı kendi yöntemlerinle kuşatmandır. Edep, bedeli fıtrattan yana ödemektir. İnsana yakışan şekilde. Çekingenlik ise fıtratı bedele kurban etmektir. Hz. Musa kıssasında geçen çobanın kızlarını o suya indirmeyen neydi? Çekingenlik mi, edep mi? Ciğeri yanmış koyunları söndüren, kuşları, kadınları, ağaçları bir köşede bekleten, arsız köylüleri suyun başında nöbete durduran kıssada ne vardır edepten başka? Suyun başını tutan arsız köylülere bugün “özgüvenlidir” diyecek ne kadar çok insan vardır. Arsız köylülerle muhatap olmamak için kenarda duran kızlara “hakkını yediriyor, çekingen duruyor, silik, yıkık” diyecek ne kadar çok insan vardır.

Oysa kızların kalbini kırıp haklarını gasp edenlerin suvardığı koyun değil zulümdür, menfaattir. Kızların bir savaşa kendi kuralları olmadan dalmak istememesi çekingenlik değil edeptir. Kızlar bir kavgaya tutuşmadılar. Kıssanın bir ucunda vakur kızlar, diğer yanında zalim arsız adamlar var, öyleyse bu koyunları kim suvaracak? Koyunlarla birlikte merhameti de suvaracak biri lazım.

Yapılan iyilik kime, tecrübe ne için, yol kime, varış ne için, ay aşikarken hilal ne için bunları anlatacak biri lazım. Tüm kavramlar bu kadar karışmışsa, zalimler özgüvenli desinler diye arsızlaşmış edepliler çekingen olmamak için kavgaya dalmışsa, suyun başı kıyamet sahasına dönüşmüşse, insanların başının üzerinde bir söz buğusu değil bir kakofoni bulutu dönmeye başlamışsa; misafirler kapıda kalmış, yollar kısalmış, mananın değeri kaybolmuşsa, başını tutup “biri lazım, biri lazım” diye göğe bakanlar kalmamışsa; biri neden lazım olsun. Arsız adamlardan memnun olan edepsiz kızlara bir Hz. Musa neden gereksin?


Ayşegül Genç'ın Yazısı.