Aliye Nur Arapoğlu

Bu yazıya nasıl başlayacağımı, kalbimdekileri nasıl dillendireceğimi bilemedim. Fakat bir yerden başlamak, sanırım bir şeye başlamanın iyi bir yolu oluyor. Birçok yazar iyi bir girişin önemli oluşundan bahseder. Okuyucuyu yazıda tutmanın en iyi yolu; güçlü bir giriş yapmaktır. Sevgili okuyucu, nereden başlayacağını bilememiş biriyle devam edebilecek misin?
 
Sanırım bir cumartesi akşamıydı. Uzun zaman sonra ilk defa dışarıya çıkmıştım. Kasımın başlarıydı. Uzun zamandır gelmesini beklediğim soğuk havalara hala geçiş yapamamıştık. Ama hava insanların evlerine sinmesine sebep olacak kadar soğumuştu. Soğuk havalarda sokaklarda yürümenin en güzel yanı dünyayı en sessiz haliyle seyredebilmenizdir. Görmenizi perdeleyecek insanlar ve duymanızı engelleyecek sesler yoktur. Bu yüzden böyle havalarda yürümek daha fazla kendi sesinize ve dünyanın sesine kulak vermenize imkan verir. Mevsimlerine şahitlik olduğunuz ağacın dillenmesine fırsat tanır. Eğer kulak verebilirseniz size anlatacak çok şeyi vardır. Herkes kendi hayat telaşında iken ağaçlar durduğu yerde tüm yaşananlara tanık olmuştur çünkü. Ve aslında bize bir şeyler anlatmaya çok heveslidir. O cumartesi akşamı ben bir hikaye dinledim bir kadının bahçesindeki ağaçlardan. Durdum karşısına izledim, birkaç ay öncesine kadar rengarenk çiçekler sunan ağaçların kuru dallarını. Bir teselliye ihtiyaçları varmışcasına teselli ettim onları.
 
Ayaküstü  muhabbet bu ya, iki çift lafın belini kırdık. Fehime teyzeden bahsettik. Şimdi bakınca Fehime teyze ile tanışalı dört buçuk yıl olmuş diyorum kendime. Onunla çok fazla anım yok. Anılarım hep birbirinin aynısı, bunun nedenini anlatacağım. Fehime teyzenin kendileri çok yaşlı, Alzaymır hastası tatlı mı tatlı bir kadın. Oturduğum mahalleye ilk geldiğimde beni yanına çağırmış ve benim kim olduğumu öğrendikten sonra kendini anlatmaya başlamıştı. Anlattığına göre vefat eden eşi İstanbul Üniversitesi’nde bir anestezi hekimiymiş. 13 yaşında evlenmişler ama eşi ona bir kere bile “Öte git” dememiş. Fehime teyze hafızasındaki çoğu şeyi kaybetmiş olmasına rağmen eşiyle ilgili bu birkaç anıya sıkıca bağlanmış ve tanıştığı her insana bunları anlatmaya meyilli. Bu yüzden Fehime teyze ile muhabbet daima aynı cümleler  ile başlar; “Eşimle 13 yaşımda…”.
 
Fehime teyze genelde  yazları bahçesinde oturur. Yanında da eski-yeni komşuları. Sokaktan geçen her insan onun hikayesine dahildir. Eşiyle ilgili anlattığım ama detay vermediğim hikayeyi hepimiz ondan çok kez dinledik. Aynı filmi yüzlerce kez izleyip replikleri tamamlamak gibi bir şey onunla karşılaşılan ilk anlar. Fakat bu sadece bizim açımızdan öyle, onun açısından hikaye çok daha farklı. Bu dört buçuk yılda bilmiyorum kaç kez tanıştım Fehime teyze ile. Fehime teyze beni çok hatırlamaz ama beni uzaktan görse bile yanına çağırır. “Sen nerede oturuyordun kızım?” 
 
Fehime teyze beni çok hatırlamaz demiştim en son. Evet, çok hatırlamaz ama çok da hatırlar. Geçmiş anılarında yer edinmişliğim, bana dualar okumuşluğu, elindeki kesesinden para verip bakkala kendim için çikolata almam için çok yollamışlığı var. Herhalde bu yüzden beni unutsa bile yeniden tanışabiliyor. 
 
Hayatımda daha önce hiç kimse ile bu kadar çok tanışmamıştım. Bu aynılık başka aynılıklara benzemiyor. İnsanı tazeleyen, hüzünlendiren düşündürücü tebessümler ettiren yanları var. Bazı bahar günleri biliyorum ki Fehime teyze bahçesi ile uğraşacak. Eğer onunla yeniden tanışmaya gücüm yoksa arka sokaktan dolanıp evime geliyorum. Bunu bilse muhtemelen kırılır ama  belki de yeniden tanışana kadar unutur. Belki de bilse bana hak verir. 
 
Ben Fehime teyzeyi çok seviyorum. Onu, bildiğim kadarıyla dahil olduğum hikayesini, bahçesini. Mevsimden mevsime dönüşen ağaçlarını. Bir mevsim kuruyup düşmelerini, bir mevsim açıp yeşermelerini. Şahit olduğum dönüşüm hikayesinin içimde başka bir yerlere dokunup orayı canlandırmasını seviyorum. Bana bir şeyler hatırlatıyor. Hayatı, yaşamayı, içimizden geçenleri ve bir o kadar yanımızda kalanları sevdiğimi mesela. Akmakta olan zamana saygı göstermeyi, olmakta olanın içinde kendimizi konumlandırmayı bilmemiz gerektiğini. Durup dinlemeye, oturup düşünmeye, bakıp sevmeye ihtiyacımız olduğunu hatırlatıyor. 
 
Bir insana ihtiyacımız olduğunu  hatırlatıyor; onu sevmeye, ona bakmaya, onu görmeye, karşımıza alıp konuşmaya, dinlemeye belki de bazen ondan  kaçmaya…


GENÇ'ın Yazısı.