Kendimi bildim bileli futbola hep ilgim oldu. İlkokulda, teneffüs aralarında gazoz şişesinin tapasıyla yaptığımız maçlar, daha sonra sokak arasında Kames marka 3 kat plastik topa kavuşmamızla bambaşka bir hâl aldı. Birinci sınıftayken, okul şampiyonu olduğumuz ortaokuldaki mâcerâlarımın ardından, lisede, artık büyümüş (!) olarak , orijinal Mikasalar ile hem de halı sahalarda boy göstermeye başlamıştım.

Öyle ki, gece yattığımda, biraz önce Ayet-el kürsi’mi okumuş olsam da (!) kendimi dünyanın en ünlü kulüplerinin sol kanat oyuncusu olarak hayâl eder, cezâ sahâsının içine enfes ortalar açar, ara sıra da rakip kaleye kurtarılması zor bazukalar yollar, gol sevinciyle tribünlere doğru koşup, kendimi yüz üstü çimlerde kayarken hayâl ede ede uykuya dalardım.. Allah affetsin...

Tüm yeğenleri hatta akrâbâlarıyla ziyadesiyle alâkadar olan dayımın fanatikliği, babamın, her ne kadar “ben takım tutmam” dese de her gâlibiyette yüzünün gülmesi, futbol muhabbetlerinde ister istemez belli ettiği alâkası ve sık görüştüğümüz, çok sevdiğim halaoğlumun ortamımızda mevzuunu güncel tutması, Fenerbahçeli olmam için yeterli sebepler oldular.

Küçük esnaflığın içinde, ticâretle berâber yürümek durumunda olan çocukluk ve gençlik yıllarımızda, aşağı yukarı her hafta Pazar günü konu-komşu, eş, dost, akraba ile şehir dışına, pikniğe gittik ve bu ortamlarımızın hepsinde futbol vardı.

Zaman ilerledi, evlendik-bağlandık; haftalık halı saha maçları ile kimi arkadaşlarla sürmesini arzu ettiğimiz birliktelikleri bu şekilde ayakta tuttuk; yâni bir şekilde, muhabbetlerinden fayda umduğumuz kıymetli çevremizle ilişkimizi, futbol oynama buluşmaları ile sürdürmüş olduk.

Bunun için hamd edilir mi bilemiyorum ama tuttuğum takımın, hem kendimi ona kaptıracak kadar hem de rakip takımların taraftarlarını etkileyip rahatsız edecek kadar fanatiği olmadım. Bu benim için züldü, kabul edilebilecek bir şey değildi. Aklım başımda oldu olalı, ezelî rakip denilen en karşıdaki takım(lar) için de ağzımdan uygunsuz söz sâdır olmadı.

Gönüllü eğitim hizmetlerinde aktif olduğum erkek çocuklarının futbola olan düşkünlükleri sebebiyle de futboldan hiç kopamadım; bilâkis eğitim hizmetlerinin içerisinde futbol maçlarını malzeme olarak bile kullandık, çok yararlı oldu.

Seminerlerden birinde, çok kıymetli İsmâil Günday Bey, “Bir gencin karakterini, nasıl biri olduğunu öğrenmek istiyorsanız, onu bir müsâbakaya tâbi tutun, örneğin halı sahada onunla maç yapın; göreceksiniz, hırçın mı, vurdumduymaz mı, sâkin mi, asâbî mi, yardımsever mi…” demişti...

Gerçekten de insanın bilinmesi gereken en hâli, mücâdele içerisinde olduğu zaman belli oluyor. Kısa zamanda şahsiyet ölçümü yapabiliyorsun; bu da onunla sürdüreceğin işlerle ilgili sana yardımcı oluyor.

İçerisinde bulunduğumuz zaman dilimi, mevcut meşguliyetler ile ilgili insanı hayli düşündüren sıkıntılarla dolu. Rûhen, bedenen, ahlâken buhrâna düşmemek, hareket hâlinde olarak, git gide insanın eklemlerini kısıtlayan muhtelif imkânlar karşısında hantallaşıp sonraki yıllar için problem biriktirmemek için spora yönlenmek çok iyi bir çözüm.

Tabi, aslında, sâdece, yukarıda kendi adıma bahsettiğim futbolu kast etmiyorum. Hatta futbol, belki de yönlenilmesi gereken spor dallarında hiç öncelikli değil.

Hem zekâyı hem bedeni harekete geçiren dallarla olan alâka, gereksiz olduğu kadar hayatımızın içine daldıkça dalan iş ve ortamlardan da bizi alıkoyar.

Geçmişte yaşadığım ve hatırladıkça beni tebessüm ettiren şöyle bir vaziyet olurdu; muhtelif sohbet, eğitim hatta muhabbet ortamlarına gençleri dâvet ederdik, “toplantımız var, buyur gel” derdik... Katılım genelde beklediğimiz oranda olmazdı.

“Maç var, gelir misin?” dediğimizde de fazlamız olurdu. “Ülen, top diyorum fazlasınız, toplantı diyorum, yoksunuz!” diye takılırdım, kimilerine...


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.