Siyah Pelerin
Bento Tren İstasyonu’na girdiğimde Mavi beyaz seramiklere hayran kalıyorum. Hikâyeler resmedilmiş sırlı toprağa ve bordürlerle süslenmiş. Portekiz’e ait Azulejo Sanatı kiliselerde, yıkık bir konakta, eski bir kafede önüme çıkıyor.
Tahtta ölü bir kraliçe oturuyordu. Kral çürüyen elini tutup halkı selamlarken tacı kaykıldı ve derisi kurumuş yüzünde kirpiklerinin gölgesi belli belirsiz oynadı. Törende bulunan asilzadeler nefeslerini tuttu bir an. Hamile kontes çocuğu bir iskelete benzemesin diyerek kaskatı gülümsemesini yüzüne yapıştırmış burnunun ucuna bakarken şaşılaşan gözleri ve mide bulantısından yeşeren suratıyla ölü kraliçeden bile daha garip görünüyordu. Yeni kral metresini öldüren babasına karşı başlattığı ayaklanmayı kazandıktan sonra sevgilisini mezardan çıkarmıştı. Gayrı meşru çocukları dizilmişti yanında sonunda Inês’e verdiği sözü tutup onu kraliçe ilan etmişti. Inês’in gözyaşları ulu ağaçların çevirdiği kızıl pınara karışıp yüzyıllarca aktı. Duvarları olmayan demir bir kapıdan geçip kızıl sulara soktum elimi.
Tepelere kurulmuş bir öğrenci kenti Coimbra. 1290’da kurulan üniversite Portekiz’in en eski ve başarılı eğitim merkezi. Bir zamanlar başkent olan Coimbra’daki saray üniversiteye çevrildiğinden bina ve içindeki kilise görkemli bir yapıya sahip. Kraliçenin yatak odası 7 numaralı hukuk sınıfı, futbol sahasından büyük avluda kralın heykeli, saat kulesi ve altın işlemeli duvarlarda devlet armaları. Harry Potter’a ilham olan koridorlarda yüzyıllardır siyah pelerinli öğrenciler yürüyor. Yüksek tavanlı salonda sunum yapan genç karşısına dizilen profesörleri ikna etmek zorunda. Masayı aydınlatan lamba, tahta sıraların cila kokusu, zamanın çizgilerini üstünde taşıyan kristal camlar beni geçmişe götürüyor. Fotoğraf çekmeye izin verilmeyen üç salonlu kütüphanede gece yarasalar geziyor. Güveleri yiyerek kitapların ömrünü uzatan çirkin kuşlar gündüz asla çıkmıyorlar saklandıkları yerden. Yaşlı kütüphaneci gözlüklerinin üstünden etrafı süzerken bir yandan da arkadaşının neredeyse iki katlı bina kadar yüksek raflardan deri ciltli kitapları indirebilmesi için merdiven tutuyor. Portekiz’e dört kıtanın kapılarını açan beş yüz yıllık bilgiler hâlâ bu kütüphanede.
Sabah Porto uyanıp kahve demlendiğinde motosikletçiler Davro Nehri kıyısında buluştu. Gustav Eiffel’in yaptığı köprünün altından geçti gezi motorları. Gece yorgun düşen barlar karanlık ve sessizdi. Birkaç tezgâhta mantardan çantalar, cüzdanlar ve el yapımı yastıklar, bir dükkânın vitrininde New York’tan önce son bisikletçi yazıyordu. Üstüne bir beden küçük metal zımbalı deri ceketli bir adam Harley’ini kaldırıma çıkarıp birkaç kez gaz verdikten sonra indi. Botları yere değince kaskını yavaş yavaş çıkardı ve olmayan saçlarının arasından parmaklarını geçirirken onu seyreden var mı diye göz ucuyla etrafını süzdü. Üstünde esamesi okunmayan yirmi belki de otuz yıl evvelin alışkanlığıydı bu.
Çarpıcı mavi beyaz çiniler, tütsü kokan kiliseler ve efsanelere konu olan saraylar beni bekliyordu. Kalabalık değildi Porto hatta yalnızdı. Se Katedrali’nin önünde şehri seyrettim. Bacada kıştan kaçamayan bir leylek kırık tuğlaların arasına sokulup saklanmıştı. Calrigos Kulesi bulutlara değerken binalar okyanus dalgaları gibi yükselip alçalıyordu. Yokuş aşağı Ticaret Odası olarak kullanılan eski borsa binasına yürüdüm. Eiffel Maria Pia Köprüsü’nü yaparken burada çalışmıştı. Binanın ortasında yer alan Milletler Avlusu’nun üstü camla kaplı, güneş ışığı yerdeki mozaiklere değiyor. Kollarımı açıp dönmek ve dönerken mozaiklerin arasına çekilip renklerin içine karışmak istiyorum. Bir güvercin giriyor içeri. Korkudan o kadar hızlı kanat çırpıyor ki çizgileri kaybolup bir hareye dönüşüyor.
Eski şehrin sokakları dar ve düzensiz. 13. Yüzyıldan kalma evlerde aileler yaşıyor. Kambur bir balkonda çamaşırlar asılı, kapı pervazına oturmuş yaşlı kadının bacaklarına sürtünüyor uyuz bir kedi. Bir adam bağırıyor üst katlardan tertemiz sokağa dumanı tüten ezik bir izmarit düştüğünde kedi kadına biraz daha yanaşıyor. Pastaneden şekerli hamur kokusu yükseliyor. Dün yediğim natanın tadı damağımda.
Bento Tren İstasyonu’na girdiğimde Mavi beyaz seramiklere hayran kalıyorum. Hikâyeler resmedilmiş sırlı toprağa ve bordürlerle süslenmiş. Portekiz’e ait Azulejo Sanatı kiliselerde, yıkık bir konakta, eski bir kafede önüme çıkıyor. Belki de denizin her tonunu taşıdıkları için beni bu kadar etkiliyorlar. Lello geçmişe sırtını dönmeyen bir kitapçı ve J.K. Rowling’in Porto’da İngilizce öğretmenliği yaparken sık sık uğradığı bir mekan. Bugün pala bıyıklı bir kapıcı bekliyor girişte.
Önünde uzayıp giden bilet sırası eksilmeden çoğalıyor. İkiye ayrılıp dönerek yukarı çıkan kırmızı zeminli merdiven, renkli vitraylar ve eski ağaç raflar zaman tüneli oluşturmuş. Her çeşit kitap var içerde. Bir yanı geçmişe diğer yanı günümüze ait bu kütüphane sırlarını tütsülere üfleyen bir kadın kadar çekici. Kimse kitaplara bakmıyor, herkesin derdi bu zaman tünelinde selfi çekerek burada olduğunu tanımadıklarına kanıtlamak. Öpüşen sevgililer yan gözle ekrana sığıp sığmadığına bakarken zenci devlerin dudaklarına sahip olamadığına üzülen genç kızlar biraz daha uzatıyorlar botokslu dudaklarını. Kitaplar bir karar almış, her gece karakterler deri değiştiren yılanlar gibi kıvrıla kıvrıla süzülüyorlar kapaklar arasından ve günün ilk ışıklarına kadar sadece ama sadece kendi hikâyelerini okuyorlar.
Hande Berra'ın Yazısı.