Teşhircilik, yediğini, giydiğini, sahip olduğunu gösterme gayreti insanlık için tarih boyunca bu çağdaki kadar büyük imtihan olmamıştır. Kullanışlılık, rahat hissetme, ihtiyacı karşılama gibi kıstaslar geçerli değil artık bizler için. Tek kıstasımız nasıl göründüğü ve sosyal medya hesaplarımızda nasıl görüneceği.

Facebook’un yaygınlaştığı ilk yıllarda 3-5 insanın yaptığı yemek paylaşımları aile sohbetlerinde, arkadaşlar arasındaki hasbihallerde kınama vesilesiydi. Sonra bu 3-5 insan oldu 3000-5000 insan. Kınayanların birçoğunun hesapları da artık yemek paylaşımlarıyla doluydu. Bir nesil öncesine kadar büyük bir edepsizlik olan bu tarz paylaşımlara nefis kılıf bulmakta gecikmedi; 
 
“Ben ‘işte yediğim yemek’ görgüsüzlüğüyle paylaşmıyorum ki. Sanatsal bir çalışma mantığıyla paylaşıyorum. Hem açıklamalarına tarifini de yazıyorum. Dileyen kendisi de yapabilir.” 
 
Beslenme çantasına belki herkes alamaz diye meyve konulmayan nesillerdik biz. Ne ara tarif paylaşarak günah çıkartır olduk?
 
Dedemden hatırladığım bir zarafetti kese kağıdı. Aldığı meyve, sebzeyi kese kağıdına sardırır sanki çeyrek asır sonra dünyanın evrileceği sapkınlığı görürmüş gibi “Aldığınızı, yediğinizi ya kimseye göstermeyin ya da muhakkak görenlere de verin. Aman ha, göz hakkını umursamazlık etmeyin!” derdi. 
 
Kese kağıtları yerini poşetlere bıraktı. Daha sonra poşetin ne kadar koyu renkse o kadar büyük tehlike saçtığı söylendi. Siyah renk poşet kansere sebep gösterildi. Doğrudur, yanlıştır. Bu bambaşka bir bahis konusu. Fakat görünen bir hakikat var ki; poşetlerimizin rengi açıldıkça hassasiyetlerimiz karardı. İçinde ne olduğunu bir cam berraklığıyla belli eden poşetlerle taşıdık envai çeşit meyve, sebzeyi evimize. Ve şimdi vicdanımızdaki sızlamayı yahut aile büyüklerimizden gelecek eleştirileri dindirecek bir kılıf daha gerekliydi nefsimize;
 
“Ne alakası var canım. Elimdeki poşette ne var insanlar görse ne olur görmese ne olur. Manav reyonlarında görmüyorlar mı sanki!”
 
Adım adım gönlümüzü manav reyonlarında çürümeye terk ettik. Fark edemedik!
 
İki gündür bir yemek firmasının “bakması bedava” ve bir giyim firmasının “soğuktan titremek sana yakışmıyor” sloganlarıyla hazırlatmış oldukları reklam afişleri gündemimizde. Çeşitli kesimler tarafından yoğun eleştiri bombardımanı devam ediyor. Eleştirilmesi gerekir mi? Hem de sonuna kadar. Empati, vicdan ve insanlıktan nasipsiz reklamlar ve behemehal reklam panolarından kaldırılmalılar. Ama…
 
Bizler eleştirilerimizle bu duruma karşı çıkıp mazlumun, yoksulun yanında olduğumuzu düşünsek de sosyal medya paylaşımlarımız tam tersi bir durumu ortaya koyuyor. “Bu akşamki menüm” şeklinde paylaştığımız yemekler; doğum günü, nişan, düğün vs özel günler için hazırlanan firavun sofrasını aratmayan masalar sosyal medyada tüm albenisiyle mazlumun yüzüne çarpılırken tarafımız yine mazlumun yanı mıdır? Bu paylaşımlar ile “bakması bedava” reklamı arasında empati ve vicdan boyutunda bir fark var mıdır? Kendimizden çok kıyafetlerimizin ön plana çıktığı paylaşımlarımızın altına “soğuktan titremek sana yakışmıyor” değil de Mevlana'dan özlü söz yazınca mı durum etik bir hal alıyor?
 
Duralım, hassasiyetlerimizi gözden geçirelim ve biraz düşünelim. Belki de kese kağıdıyla başlayan nezaket düzeyimizin zaman içerisinde yaşadığı değişimdir o afişleri reklam panolarına astıran. Eğer gerçekleşen vakayı hamaset dolu bir eleştiri ile bırakırsak korkarım ki bir zaman gelecek ve kendimizi o reklam panolarını dahi arar konumda bulacağız. 
 
Bir reklam panolarına bakalım bir de sosyal medya hesaplarımıza. Sonuçta bakması bedava…
 


Ender Ekim'ın Yazısı.