Serin ve durgun, her şeyi temaşa eder gibi sessizlik içindeki bir yaz gecesinde İstanbul’dan Beyrut’a olan yolculuğuma başlamadan önce havaalanına gitmek üzere Üsküdar’dan, önce Marmaray’a sonradan da Yenikapı Metrosu`na geçmiştim. Az sonra demir raylar üzerinde uzadıkça uzayan karanlık bir koridorda Üsküdar’dan bu yana kulağımda aynı yönde esen sert bir rüzgârın sesine benzeyen metronun baş ağrısına sebep olan bu boşluktaki sesi, zihnimde maziye dair canlanan hiçbir soruya ve düşünceye engel olamıyordu. "Mirasçısı olduğumuz Osmanlı İmparatorluğu, başkent İstanbul’dan günümüz başkentleri olan birçok Orta Doğu ve Avrupa şehrine nasıl hükmediyordu? Ulaşımı, iletişimi nasıl sürdürüyordu?" soruları sarmıştı zihnimin dört bir köşesini. Neredeyse 400 yıldan fazla olan Orta Doğu egemenliğimiz sırasında görev yapan birçok devletli, asker, tüccar, hacı adayları binlerce kilometrelik bu yolu nasıl kat ediyordu? Düşündükçe yakın tarihimize dair meseller zihnimde gün yüzü görmeye başlayan bir bedbahtın mutluluk hallerine benzeyen davranışlarıyla "Ben de hatırlandım demek!" diyerek geçiyordu karşıma.
Orta Doğu’nun Kalbine Giden Asırlık Yol
Osmanlı döneminde Orta Doğu’nun birçok şehrine giden yol, devletin son yıllarında Anadolu–Bağdat ve Hicaz Demiryolu`ndan geçiyordu. Bu demiryolları yabancı şirketlerce Abdülhamid’in verdiği talimatlarla yapılmıştı. Amacı ise merkezden tayin edilen memurların ve hacı adaylarının kutsal topraklara daha rahat ve güvenli bir seyahat etmesini sağlamaktı. 1900’lerin başlarında yapılmaya başlayan her iki demiryolu, 1906’lı yıllarda kullanıma açılmıştır. Arabistan’da birçok şehre giden bu demiryolunun Lübnan’da da istasyonları bulunuyordu. Hatta Lübnan’ın Tripoli (Trablusşam) şehrindeki istasyonun ülkede 1975 yılında yaşanan iç savaşa kadar kullanılmış olduğu bilinmektedir. Birçok yerde hala ayakta durmaya devam eden kalıntıları mevcuttur.
Hicaz Demiryolu patlak veren Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Arabistan’da çıkan isyanlarda birçoğu Araplar tarafından 1920 yılında kullanılmaz hale getirilmiş, bu isyanlar sonucu ve ittifak devletlerinin yardımıyla kurulan özerk statüdeki Arap devletlerinin eline geçmesiyle debir demiryolu mezarlığına dönüşmüştür. Böylelikle bizden doğan ve bize dökülen Fırat, Dicle nehirleri gibi bu demiryolları da kuzeyde bizden ayrılmış oluyorlardı. Artık onlarda balkanlar ve Kuzey Afrika’daki tüm varlığımız gibi yetim kalmışlardı. Kim bilir kaç öksüz, kaç askeri, kaç hacıyı taşıdı o trenler? Kaç acıyı, kaç mutluluğu çektiler durmadan o lokomotifler? Hepsi, hepsi bir anda sadakatsizliğin ve vefakârsızlığın azabına uğramış, onca yıl taşıdıkları insanlarla birlikte Payitaht olan İstanbul’dan kutsal topraklara getirdikleri hacıların, askerlerin hatırasını bile hiçe sayarak, sanki bu elim savaşın suçlusu medeniyetin imarı olan bu tren yollarıymış gibi onlara bile taciz ve tecavüz etmekten geri kalmamışlardı.
Evet, Anadolu’nun bin yıllık Müslüman hamuruyla yoğrulduğu topraklardan süzülerek, kıvrım kıvrım Hicaz’a ulaşan bu demiryolları güney sınırımızda bizlerden sonsuza dek ayrılıyordu. Fırat ve Dicle de öyleydi. Artık suları değildi kuzeye doğru akan, Anadolu’nun gözyaşlarıydı. Dudaklarımda bir mırıltı karanlığa aldırış etmeden kendini peyda etmeye başladı. Arif Nihat Asya’nın ağıtıydı bu:
Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?
Güneşin Ülkesinde
Karanlık semalardan alçalmaya başlayan uçağımızın penceresinden neredeyse iki saate yakındır göremediğimiz arzı denizle kesiştikleri kıyı şeridinden itibaren yanan ışıklardan görmeye başlamıştık. Yolumuza fener tutan bu şehir ise Orta Doğu`nun en güzel yerlerinden birisi ve Orta Doğu’nun Paris`i olarak hafızalarda yer edinmiş Beyrut`tu. Ülkenin diğer bütün büyük kentleri gibi Beyrut da bir Akdeniz şehridir. Başkent olma özelliği taşıyan Beyrut, aynı zamanda ülkenin en büyük kentidir. Akdeniz`e kıyısı olan bütün şehirler gibi Beyrut da güneşin en güzel doğup battığı şehirlerden birisidir. Yer yer zeytinlikler ve Akdeniz bitkilerinin karışımıyla aldığı yeşil ve büründüğü altın renkli kumsallarıyla sarı renginin en güzeline sahiptir. Hatta sarı renk şehre o kadar hâkimdir ki bu durum kendisini mimaride bile göstermektedir. İç savaştan sonra yeniden eskiye özenerek inşa edilmiş Downtown`daki binaların çoğu kendine has sarı bir renkle çıkıyor karşımıza. Kendinizi güneşin ülkesindeymiş gibi hissedeceğiniz Beyrut, aynı zamanda bugüne kadar korunabilmiş en nadide antik şehirleri içerisinde bulundurması münasebetiyle tarihin de yaşayan en güzel simalarından birisidir. Zira Beyrut da Akdeniz boyunca sıralanıp giden o eski zaman şehirlerinden birisidir.
Akdeniz’in Parıldayan İncisi
Sahilin hemen kenarında denize karşı bakan binaların önünden her iki taraflı palmiye ağaçlarıyla süslenmiş ve dünyanın dört bir yanından gelen turistlerin güneşin batışını izleyerek akşamüstü yürüyüşlerini yaptıkları General De Gualle Bulvarı`yla, bütün sahilleriyle ve diğer kıyılarındaki muhteşem manzaralarıyla Beyrut denizin en çok yakıştığı Akdeniz şehirlerinden birisidir. Şüphesiz bunda coğrafyanın bu sıcak denizi olan Akdeniz`in büyük bir önemi vardır. Cenap Şahabettin 1918 yılındaki Suriye izlenimlerinden kalan hatıralarını şu sözlerle kaleme alıyor: "Trablus`tan Akka`ya kadar Suriye sahili Akdeniz`in mavi boynunda bir gerdanlıktır: Cebil, Cuniye, Beyrut, Sayda, Sur bu gerdanlık üzerinde birtakım hayat ile, birtakım tarih ve mevt ile mazruf (tarih ve ölüm ile sarılıp korunan) büyük zümrütler ve büyük pırlantalar gibi dizili durur. Cebil, Sur ve deniz kenarına bir `müzehane` necabeti (soyluluğu) verirken Trablus, Cuniye ve Beyrut bilakis nev-tarah (aksine uzaktaki yeni bir mekân) birer bahçe gibi taze ve meskûn (içinde insan bulunan) bahar görünürler. Bahusus (özellikle) Beyrut`ta ziyafet-i nisan inkıtasızdır (nisan ziyafeti bitmez tükenmezdir.)" (Cenap Şahabettin, Ötüken Neşriyat. 2015).
Yukarıda da görüleceği üzere Cenap Bey, Akdeniz sahilindeki Beyrut ve diğer şehirler için en münasip ve orijinal gözlemi sunuyor bizlere. Zira gerçekten de bu şehirler, Türkiye`de Hatay`dan Antalya`ya kadar olduğu gibi Gazze`den Latakya`ya Akdeniz`in mavi sularını belli bir istikamette, kuzeydoğudan batıya süsleyen karadaki inci taneleri gibidirler. Beyrut ise bu sıcak maviliğin kıyısını süsleyen inci tanelerinin en çok parıldayanıdır. İşte bu parıltı, şimdi bir gece vakti yüksek semalardan alçalarak yaklaştığımız Beyrut topraklarından bir deniz feneri vazifesiyle karanlıklar içindeki yolumuzu aydınlığa çıkarıyordu.
Çok eski çağlara kadar varlığı tespit edilmiş olan Beyrut, tarih sahnesine milattan önce iki bin yılında, o dönemde bağımsız şehir devletleri halinde bütün Akdeniz havzasında yer alan küçük Finike şehir devletlerindendi. Daha sonra şu an bile kalıntılarına Beyrut’un şehir merkezine yakın bir mesafede rastlanılan Byblos Krallığı tarafından hâkimiyet altına alınmışsa da bir zamanlar üç kıtaya birden hükmeden tarihin en büyük komutanlarından birisi olan Büyük İskender tarafından ele geçirilir. Bu tarihten itibaren Beyrut, sürekli olarak hedef haline geleceği sebeplerden birisine kavuşurken bir yandan da asırlar boyunca ayakta durmasını sağlayacak bir liman şehri olarak tarih sayfalarındaki yerini almaya başlar. Şehir bu tarihten sonra İskender’in asırlar boyunca etkili olacak bir Helen kültürünün oluşmasına neden olduğu doğu seferleriyle bu topraklarda kalan komutanlar ve asillerin arasında gidip gelecektir.
İki Bin Yıllık Kültür ve Medeniyet
Milat’tan 15 – 20 yıl öncesine kadar devam eden siyasi karışıklığa Romalılar bir son verir. Augustos döneminde hâkimiyet altına alınan Beyrut, Akdeniz havzasını baştan aşağıya bir Yunan medeniyeti haline getiren kültürü buraya da taşıyarak bu topraklarda Anadolu’nun birçok kesiminde olduğu gibi her tarafını karış karış işleyerek, beyaz mermerleri ve onlarca metrelik sütunlarıyla yüzlerce binayı, tiyatroyu, sağlam yapılarla inşa ederler. Romalılar mimaride hatırı sayılır bütün tecrübelerini bu topraklarda da göstermeye başlar ve bununla da kalmayarak edindikleri geniş kültür birikimiyle eğitim ve hukuk dallarında birçok hareketi diğer roma şehirlerinde olduğu gibi burada da uygulamaya başlarlar. Öyle ki burası kısa sürede Romalıların en önemli kolonileri arasına girmeye başlayarak buraya Colonia Julia AugustaFelixBerytus adını verirler ve şehir bu tarihten itibaren resmen bu adla anılmaya başlanır. Colonia Julia AugustaFelixBerytus kurulduktan kısa bir süre sonra bölgenin eğitim, kültür ve ticaretinde önemli bir merkez halini alır. Aynı yerde SeptimiusSeverus tarafından Milattan sonra 200 yıllarında kurulan hukuk mektepleri sayesinde Berytus yani Beyrut Roma hukukunun okunduğu ve öğretildiği bir merkez olur. Bu dönemden itibaren Romalıların mirasçısı olan Bizanslara kadar şehir bu statüsünü kullanmaya devam eder. Bir eğitim merkezi haline gelen Beyrut, Hristiyanlar içinde önemli bir şehir olur. Çünkü Hristiyanlığın küçük yaştan itibaren adeta bilim dalı gibi öğretildiği bir merkez halini alır. Bütün Hristiyan çocukları ve gençleri dünyanın dört bir tarafından bu okullara gelerek eğitim görürler. Böylelikle Beyrut, eğitim, kültür ve ticarette bu son derece yüksek gelişimiyle asırlar boyu tüm milletlerin ortak odak noktası olmuştur.
Yıkımla İhya Arasında
Bir şehri ihya etmenin en önemli yanıaynı zamanda asırlar boyunca ayakta durabilmesine katkıda bulanabilmek demektir. Bir medeniyet, yıkıcı değil de yapıcı olduğu takdirde, tarih, o medeniyeti ve yerleştirmiş olduğu kültürü üzerinden yüzyıllar geçse dahi unutmayacaktır. Bunun bin yıldır yaşadığımız Anadolu topraklarında sayısız örneği vardır. Bu sayısız örnek içinden misal olarak Romalıları gösterebiliriz. Adım attıkları her yerekültürlerini de götüren bu şehirliler, birçok Anadolu kentini taşlarla örmüştür. Büyük ve devasa tiyatro binalarının yanında birçok kamu binası ve mabetler inşa etmişlerdir. Özellikle bugün Ege ve Akdeniz havzasının her adımında onlardan bir ize rastlamak mümkündür. Fakat tarih sahnesine onlardan sonra gelmiş olan Moğolları misal olarak verecek olursak Anadolu’da ve Orta Asya’da milyonlarca kilometrelik bir alana hükmetmiş olsalar da kültür ve medeniyetlerini asla muhafaza edememiş dahası kendi kültür ve medeniyetini gösterme yetersizliklerinin yanında, gittikleri birçok yerde yağma ve yıkıntıyla adlarından söz etmişlerdir. Bu durum onlara sadece o anki zevklerinin ve kinle dolu iştahlarının bir süreliğine kapanmış olmasının yanında hiçbir şey kazandıramamıştır. Bilahare kısa bir zamanda tarihin içinde kaybolup gitmişlerdir.
Onlarla aynı zamanda hüküm sürmüş olan Selçuklular öyle midir? Yahut Selçuklunun mirasçıları olan Osmanlılar öyle miydi? Her ne kadar Orta Asya’dan gelmişgöçebe bir millet olsa da kısa zamanda bu topraklar üzerinde Alparslan’la birlikte yerleşikhayata geçmişler ve Ahlat’tan Konya’ya daha sonra Avrupa’ya kadar her yeri ilmek ilmek işlemiş ve ihya etmişlerdir. Gittikleri her yeri Türk İslam medeniyetinin mimarisiyle süslemişlerdir. Türkler Alparslan’la birlikte bu topraklara geldikleri gün, neredeyse bin yıldan fazla bir süredir Anadolu’da hüküm süren ve şu an bile bütün dünyanın mimaride devlet düzeninde, şehirleşmede, kültür ve medeniyette onları yüksek bir yerde tutmalarına rağmen kısa sürede bütün bu alanlarda Roma ve Bizanslılardan daha büyük bir yer edinmişlerdir. Bunun en bariz örneği ise Selçuklulardır. Ahlat’tan Konya’ya kadar bütün bir Anadolu’yu geldikleri ilk günden itibaren ihya etmeye başlamış, birçok han, hamam, medrese, kervansaray, cami vb. nice eserler bırakarak bugünlere kadar adlarından bahsettirmişlerdir.
Selçukluların mirasını devam ettiren Osmanlılar ise aynı yoldan giderek yurdun dört bir yanını Türk İslam mimarisiyle buluşturmuşlardır. Ayak bastıkları şehirleribaştan ayağa değiştirmek yerine eskilerin koydukları üzerine tarihe sadık kalarak mimaride çok farklı ve üstün bir yere varmışlardır. Bunun en açık örneğini bizler Ayasofya’da görmekteyiz. Osmanlılar İstanbul’u fethettikleri sırada Ayasofya’nın doğunun ve batının en büyük kilisesi olduğunu biliyorlardı. Onu sırf kendi dininden ve dilinden olmayan bir milletin mabedi diye yıkmak yerine Türk İslam mimarisinin en güzel örneklerinden birisiolan minareyle süsleyip bir camiye dönüştürmüşler ve asırlar boyunca ayakta durabilmesi için daima büyük bir özen göstermişlerdir. Bunun Osmanlıların gittikleri her yerde sayısız örnekleri vardır. Hatta Türkler birçok şehir ismini bile kendi ağız ve şivesine uygun hale getirerek günümüze ulaştırmıştır. İşte şimdi şimdi gecenin bu vaktinde Beyrut’a topraklarında olduğumuz şu saatlerde bütün bunları aklımdan geçirmekle birlikte yine Arif Nihat Asya’nın aynı şiirindeki şu sözleri geldi aklıma:
Ben ki ateşle konuşurdum, selle konuşurdum
İdil’le Tuna’yla Nil’le konuşurdum
"Sangaryos"u "Sakarya" yapan "İkonyom"u "Konya" yapan
Dille konuşurdum