Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşa bir türlü ulaşamıyoruz. Modern toplumda yirmi bir yıl nefes alsak bile, resmi olarak en fazla üç yaşında olabiliyoruz. Kızlar da; Fatihler doğuracak düşünce yapısına ulaştığında, doğum yetisini kaybetmiş oluyorlar artık...

Ömür bakiyemiz, her geçen saniye tükeniyor. Nefes aldığımız süreç boyunca, bozdurduğumuz mücevherlerin değeri kayıt altına alınıyor; yani zamanın, umudun ve sevginin... Zaman dolunca, amel skorborduna yazılacak sonucun faili mâlûmu biziz. 

Küçük aralıklarla, cenaze namazları kılınıyor içimizde. Her ölü dakika, omuzlarda götürülen bir hücremizin tutanağıdır. Hepimiz dağınık yerleşme düzenindeki birer mezarız. Biraraya geldiğimizdeyse en fazla toplu mezarlık olabiliyoruz. Hayallerimizi kefenlediğimiz gün, bilincimizi de toprağa sarmıştık çünkü.

Diğer yandan yüzyıllık uykumuzun en derin evresinde gördüğümüz kâbuslar, dirilişimizi ateşleyen unsurlar oldu. Yeni nesil sorguluyor, araştırıyor ve şuurunu sağlıklı gıdalarla besliyor.

Yaşamak nefes almak değil, farkında olmaktır. Dünyada ikamet edenlerin bir kısmı, anakronik cesetler olarak aramızda dolaşıyor. Ölülerse yaşıyor, yaşayan ölülere inat. Fakat günümüz genci, kazandığı farkındalığı yararlı bir eyleme dönüştürmek noktasında, çok kısıtlı imkânlara sahip...

Laboratuvarlarda hazırlanmış bile olsa, aydınlık bir yarın vaat edilen insanlar, toprağın içine mahpus ve çürümek üzere olan tohum gibiler. Ürün verecek donanıma sahipken bile, başını güneşe çıkaracak o ufacık çabadan mahrumlar. Çünkü şarjları bitik ve dinamoları yetersiz...

Yaşlıyken işlenen en büyük günahlardan biri gençlere söz hakkı vermemektir, onların kişilik temellerini dinamitlemektir.

Çocukların adamdan sayılmasını on sekiz yaş barajına bağlayan kimse, Allah’ın on üç yaşındaki ergenliği akil olmak için yeterli görmesine karşı çıkmış olur. 

Psiko-teoriler kritik gelişim evrelerine büyük önem atfediyor. Yaşanmamışlıkların telafisi hiçbir zaman yapılamıyor. Ertelenen hazlar, daha sonra yalnızca elem kaynağına dönüşüyor. Toplumun kokuşmuş algıları nedeniyle, körpecikler gerçekte hiçbir zaman büyüyemiyor.

Şimdiki yurtların taşlaşmışları, yani yurttaşlar; körpe bebek, körpe ergen, körpe yetişkin ve körpe yaşlı evrelerinden sonra dünyadan tezkeresini alıp gidiyor.

Yeni doğduğu zamanlarda mis kokulu kuzum diye seviliyor bebekler. İlkokulda cilveli kuzu, lisede çayırda kuzu, askerde kınalı kuzu, evlenirken kuzu kuzu oluyorlar.

Üniversite yıllarında koyunluğa terfi etmek isterken, o rütbeden de şutlanıyorlar. Çünkü koyun bile bir davanın adamıdır. Sürünün başkanı uçurumdan atlasa, diğer vatandaşlar da ardı sıra atlar. Koyunu iple zapt edemezsiniz, zorla kontrolünü sağlayamazsınız. 

Birilerinin klaksonu olmak, hayat oturumunda çevrimdışı kalmaktır. Başkasının nefesiyle konuşan bir mızıka gibi birçoğumuz. Bize yüklenmiş ‘yazılım’ dışında, bir program ortaya koymaktan çok uzaktayız.

Okul adlı imalathanelerden çıkan seri ‘mallar’ olmamalıyız. Popülist jargonun dışkısı olan okulsuz toplum zırvalığını kastetmiyorum fakat tek tipleştirici ve ‘hep tıp’ laştırıcı milli değirmen bakanlığı bünyesinde öğütülmeyi de hazmedemiyorum.

Hatta üniversite son sınıfa gelsek de, meseleler karşısında “bir, iki, üç, tıp!” oyununu oynuyoruz. İlkokul birinci sınıfta öyle bir öğrenmişiz ki, hayat boyu bir daha bu sıkıcı oyundan çıkma imkânı bulamıyoruz.

Aslında bir genç, kullanma kılavuzu olmayan bir atom enerjisi gibidir. Toplum içinde onulmaz yaralar açabilme ihtimalinin yanı sıra, doğru yöne kanalize edilirse müthiş bir enerji açığa çıkar.

Erotizm bulaşığı cep sinemalarında bile on altı yaş kâfiyken, sosyal olaylarda akli melekelerimizin yetersiz varsayılması siz gençleri de kanatmıyor mu? Devlet biyolojimize güveniyor ama zihinsel işlevlerimizin kısır olduğunu düşünüyor. Bu mantıkla, hepimiz birer otistik olarak yaşamak durumundayız yıllarca. 

Büyük abilerin mahalle maçlarında, ‘fasulye’ olarak başlayan oyunculuk hayatımız, toplum içinde de ‘fasulye’ler şeklinde yaşamakla devam ediyor.

İstikbal yolculuğuna çıkmadan önce yol azığı verilmiyor yanımıza. Yalnızca iştahımız kamçılanıyor, ihtiraslarımız şaha kaldırılıyor, içgüdülerimiz uyarılıyor. İşte bu yüzden hayat yolculuğu gençler için kolay geçmiyor artık. Zihinsel arenada başlayan mücadele, yaşam adlı meydan savaşına dönmüş durumda... 

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşa bir türlü ulaşamıyoruz. Modern toplumda yirmi bir yıl nefes alsak bile, resmi olarak en fazla üç yaşında olabiliyoruz. Kızlar da; Fatihler doğuracak düşünce yapısına ulaştığında, doğum yetisini kaybetmiş oluyorlar artık... Bunun müsebbibi, gençlere duygukırım, azimkırım ve şevkkırım uygulamak suretiyle, onları yaşarken öldüren katillerdir!

Delikanlılarda ve hanımefendilerde doğal afetlerin tümüne rastlanıyor. Yürekleri yangın yeri, kişilikleri erozyona uğramış, şehvet selinin aktığı yönde sürükleniyorlar ve fay çatlağından farksız yüz mimikleri...

Güzel şeyler de oluyor, güneş bugünlerde daha bir işveli doğuyor. Bir yandan kırkikindiler okşarken gençlerin saçlarını, diğer yandan lav yağmurlarına şemsiyeyle kafa tutuyor onlar da...

Yazmak, cerahatlere şifa olmak gayesiyle neşter vurmaktır. Belirttiğim hakikatleri vurgulamamamın amacı bu. Ümitsiz değiliz çünkü yaşamaya tahammül etmeyi, arzularımızı büyüterek başarabiliriz.  

Velhasıl, akciğerlerimiz yıpranıyor... O gün geldiğinde... Ömür sayacının talimatı doğrultusunda, elimize bir fatura tutuşturulacak. Son ödeme tarihi öldüğümüz gün olan...

Görebilme duyumuza şirk koşmadan, gözbebeksiz görmek için bakışlarımızı içimize yöneltsek? Yani hakikate... Selamet(l)e...


Abdullah Yalnız'ın Yazısı.