İbrahim Sezginer
Günümüz insanının en fazla muhtaç olduğu şey, sevgi, saygı ve dostluk gibi bizim vazgeçilmezlerimiz olan değerlerimizdir. Bugün bunlara; alıp verdiğimiz nefes, yiyip içtiğimiz gıdalar kadar muhtacız. Gel gör ki çağın getirdiği ve önümüze koyduğu problemler içinde her geçen gün bu değerlerden uzaklaşıyoruz. Dostluk bağlarımızı zayıflatıyoruz. Peki bu bir manevi hastalıksa, bundan kurtulmanın yolu nedir?
Önce sıla-i rahim bağlarımızı kuvvetlendirmeliyiz. İletişim eksikliklerimizi gidermeliyiz. Aramızda sevgiyi saygıyı, güven duygusunu yerleştirmeliyiz. Fikre dost olmalıyız. Herkesin fikrini kabullenmek durumunda değiliz. Ancak başkalarının fikirlerine saygı duymalıyız ki bizim fikirlerimiz de onlar tarafından saygıya layık bulunsun. Tarihe dost olmalıyız. Şayet tarihe dost olmaz ve tarihi doğru okumazsak, geleceği inşa edemeyiz. Böylece tarih tekerrür eder durur ve kendimize yeni dünya düzeni içinde yer bulamayız.
Coğrafyayı yerli yerince okuyarak yakinen tanımalıyız. Mevcut coğrafyada kimlerle dostluk ilişkilerine girişeceğimizi tesbit edip onlarla bağlarımızı kuvvetlendirmeliyiz. Bu konuda ilkeli ve tutarlı olmak durumundayız. Tebliğe dost olmalı ve bunu yaparken hikmetle, irfanla, güzel öğütle ve kabul gören hoş bir uslupla sürdürmeliyiz. Allah’ın yarattığı varlıklar arasında can birliği vardır. Kendi büyüttüğünüz saksının balkondan aşağıya düştüğünü bir anda gördüğünüzde içiniz kopar. Niçin? Ona verdiğiniz bir emek var. Aranızda bir can bağı var. Öyle ise tabiata da dost olmalı, bitkilere ve hayvanlara, onların hukukuna da dostluğumuzu sürdürmeliyiz.
Bütün bunları gerçekleştirebilmemiz ulvi bir gaye için yola çıkmamıza, ulvi bir temel üzerine oturtulmamıza bağlıdır. Aksi taktirde hedefimizi kaybederek hüsrana uğramamız an meselesi olur. Bizlerin insan olarak görevi çalışmaktır. Başarmak değil. Bir başka ifade ile bizim vazifemiz daima sefer halinde olmaktır. Neticeyi Allah tayin eder. Başarmak Allah’ın ikramı olur. Kendi söz ve davranışları ile övgüye layık olmayan kişinin, bırak başkasına, kendine bile hayrı olmaz. Anlayış göstermeyen anlayış göremez.
Bir çiçek büyütecekseniz önce onun ortamını hazırlayıp, ona sevgiyle yaklaşacaksınız. Bir bitki böyle ise ya insana ne demeli. Demek ki kainatta insan dahil bütün varlıklar sevgiye ve ilgiye muhtaçtır. Onun için bizim kadim medeniyetimizde vazgeçilmez olan şöyle bir prensibimiz vardır. “Allah’ın emirlerine tazim, mahlukatına şefkat göstermek.” Onun için biz her şeye sevgi, şefkat ve dostlukla yaklaşmalıyız. İnsanlarla ilişki kurarken itici değil sevecen olmalıyız. Gönül bağları kurmalıyız. Çünkü “Kalpten kalbe bir yol vardır.” Bu yolu sağlıklı bir şekilde çalıştırmalıyız.
İslam insanları tanımlarken, mü’min, münafık, kafir ve müşrik olarak tanımlar. Şimdi bunu biraz açalım. Her ne pahasına olursa olsun, bütün bu insanlar arasında ilişkileri geliştirmeli, onları ötelememeliyiz. Hatta onlardan gelen tazyikleri sabırla karşılamalıyız. Geriye dönüp bakalım. Bu hususta İslam Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) dan alacağımız çok güzel örnekler var. Medine-i Münevvere’de Abdullah bin Übey ibni Selul Peygamberimize yapmadık sıkıntı eza, cefa bırakmadı. Yanına gelince yüzüne güldü. Arkasından her türlü eza ve cefayı reva gördü. Bu zat vefat edince Peygamberimiz (s.a.v.) Sahabe-i Kiram’ın karşı çıkmasına rağmen cenaze namazını kıldırdı. Sonuç; onun peşinden sürüklenen bir dünya insan Müslüman oldu. Böylece Ashab da işin hikmetini kavramış oldu. Bütün bunlar nasıl gerçekleşecek? Tabii ki bütün bunlar fikre dost olmakla mümkün olacak. Fikre dost olmak demek, her türlü fikre açık olmak demektir. Mesela sadece belli yazarları okumak değil, alternatif yazar ve düşünürleri de okumak ve hatta tavsiye etmek lazım.
Tarihte tanıdığımız önemli insanların hemen hemen tamamında edebiyatla uğraşma var. Şairlik var, sanatkarlık var, ticaretle uğraşma var. Ama herkes Arapçayı, İngilizceyi bilmeyebilir. Rönesans’ın temelinde de ilim var. Yani bir medeniyetin temelinde, ilim var. Şiir, şair ve edebiyat var. Ve medeniyet dünyaya Medine-i Münevvere’den yayılmıştır. Kendimizi bir yazara, bir fikre, bir cemaate bağlarsak köreliriz. Her türden fikri ve farklı yazarları takib edersek, farkındalığın farkına varır, istikamet kazanır, doğruları buluruz. Hakikati ve gerçeği yakalarız. Onun için her fikirden insanlarla irtibatımızı sürdürmeliyiz. Farklı gazeteler, kitaplar, yazarlar okumalıyız. Her fikre ve sahibine dostane davranmalıyız. Bu illa da onları ve fikirlerini kabullenmemiz anlamına gelmez.
İmam-ı Gazali’nin İhyası, Maverdi’nin “Edebu-d Dünya Veddin" isimli kitabının şerhidir. Farklı kaynakları okumak, farklı fikirleri dinlemek, farklı insanlarla ilişki kurmak, insana bıkkınlık vermez. Yeter ki irademizi düzgün kullanalım. İçtihad farz-ı kifayedir. Eğer bu sorumluluk ehil olmayanların eline geçerse, işte o zaman ülkede kargaşa çıkar. Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyrulmaktadır; “İşler ehil olmayanlara verilirse kıyameti bekle.” Ehil olanlar kaçınırsa ilim de söner, ortada din de kalmaz, Müslümanlık da kalmaz. İşin doğrusu tek yönlü olmaz. Tek yönlü okuyamayız, dinleyemeyiz. Tek yönlü çevre edinemez ve kendimizi geliştiremeyiz. Bizim görevimiz ana zeminde ilerlemek, diğerlerini ise zenginlik kabul etmektir.
Ahmet Cevdet Paşa çok yönlü bir adam. Kızı bizim ilk bayan romancımız. Oğlu ise felsefecidir. “Asıl azmaz bal kokmaz.“ diye de bir atasözümüz vardı. Kişi aslına ve nesline sahip olduktan sonra ne ile ilgilenip hangi mesleği icra ettiği çok önemli değil. Yeter ki kendine ve yaşadığı topluma faydalı işler yapsın. Onun için “İnsanlar sevilmek için, eşyalar kullanılmak için yaratılmıştır.” Günümüzün kaos nedeni ise insanların kullanılıyor, eşyaların seviliyor olmasıdır. Yazımızı bir şiirle bitirelim:
Olur muydu dostluklar, olmasa düşmanlıklar
Zıddı olmayan ne var, boşuna düşmanlıklar
GENÇ'ın Yazısı.