Ayşe Nur Duman

Ah biz insanlar. Yaratılış kıvamımızı kaybetmişiz. Hep bir telaş içerisinde direniyoruz alemin akışına.. 

Sabah güneşle inatlaşıyor, “sen uyan erkenden, biz daha kalkmıyoruz” diyoruz. Sonra tutup ortasından günleri yarım, saatleri bereketsiz yaşıyoruz. Tükenmiş ama umduğuna yetişememiş bir halde akşama varıyoruz. Akşam karanlık çöküyor usul usul. “Güneş sen batadur, bizi aydınlatan yapay ışıklarımız var işimize bakarız” deyip vakitsiz telaşlarla yoruyoruz bedenlerimizi. Ruhumuz, sehere varamayacak kadar yorgun. Bezgin gözlerle seyrine daldığımız televizyon kuşağı ve bu kuşağın sonuna doğru yatış. İstikametini hep başkalarına çizdiren, istikametini kaybetmiş insanlar oluveriyoruz. Ne sehere ulaşmış sükûnet dolu bir kalp, ne sabaha uyanacak dinç bir insan. 
 
Mevsimlerle mesela savaşımız. Sonbaharı izlemek yerine sessizce, dökülen yapraklarından ibret çıkaracak vakit bulamadan sonbaharın edebiyatında kalıyoruz öylece. Ne içimize sirayet ediyor, ne dışımız onu seyrediyor. Geçip gidiyor sonbahar. Kış gelince, hastalıklarla karşılaşınca ilaçlara sarılıyoruz. Doktorlara koşuyoruz. Koşmayanı, bir yeri ağrıyan ve ağrısını anında dindirmeyeni kınıyoruz. Asla müsaade etmiyoruz vücudun direnç göstermesine. Vaktimiz mi var Allah aşkına onun bu savaşı yenmesini bekleyecek. “Hey, iç şu ilacı! Dindir şu ağrıyı! Yetişecek iş çok…” düsturuyla hemen ağrıları susturup direnci durduruyoruz. Mesela ateşlenince minicik emanetlerimiz şuruplara yapışıyoruz. “Aman direnmesin. 3 gün çok, o kadar savaşmasın çocukcağız. Şurup içsin, rahatça uyusun” deyip bir de kendimizi aklayıp anneleri daraltıyoruz, vermeyeni kınıyoruz. Kınamak kolay, zevkli iş neticede. Hep birilerinden üstte bir yerlerde sanmak iyi, güzel şey işte. Sanki şu alemin akışına neresinden savaş açsak, insanın kıvamına nereden su katıp da bozsak diye bakıp bakıp duruyoruz. 
 
Yağmur yağsa bereketine, ritmine kapılmak yerine; zihnimizi yoran bir çok dünyevilik şemsiyesi açıyoruz. O rahmetin serinliğiyle duaya bile varamıyoruz. Hep bir telaş hep bir kaygıyla kalan işlere, yapılamayan planlara üzülürken “vardır bunda da bir hayır, ya hu sabır” diye susturamıyoruz nefsimizi. Tüketiyoruz öyle kendimizi. Nefisimiz zihnimizi, zihnimiz kalbimizi öğütüyor git gide.
 
Nur kaynağı kitabımızda önemine vurgusu çokça yapılan, rehberimiz Efendimiz’in de hayatına bakıp akrabalık ilişkilerine bir türlü aklımızı erdirip kalbimizi vardıramıyoruz o istikâmete. “Dur sen de aman, menfaatim olmayan insanı ben neyleyeyim” dercesine sevgisiz ilişkileri yüceltip; muhabbetin, samimiyetin güzelliğine hiç varamayan garip insanlar olup çıkıyoruz ortaya. Sevgisini kalbinde hissetmediği insandan bir de oturup ilgi bekleyen garip insanlar oluveriyoruz. Kendini o bağların getireceği muhabbete bırakmak yerine ustaca direnen ve menfaatine doğru bu bağları eğip büken insan, üstüne samimiyet bekleyen yine aynı insan. Kalplerdeki güzellikleri tüketip gözlerine yanlışları kestirmiş, eksik gedik arayıcısı, ah garip insan.
 
Hatırlasaydık... 
 
Oysa kalpler sevmeye ne kadar meyilli. Ruhlar muhabbete ne kadar aşina. İnsanlar samimiyete ne kadar muhtaç. Dünya, sevgiyle çekip çevrilmeyeli kaç asır oldu. Kaç asırdır istikâmetini unuttu insan... 
 
Alemin akışına kendini veren, fıtratına uygun ruhunu büyüten, çocuklar kadar samimi ve sevimli, kitabı düsturunda nefsini eğiten, en büyük örnek peygamberinin hayatını pusula edinen "ahsen-i takvim" insan kıvamında olmak, olabilmek... Hiç olmazsa bu yolda karınca misali saf belirlemek, ona da yoksa takatimiz bari "ahsen-i takvim" olmaya niyet edebilmek, bu kıvamı bilmek duasıyla... 


GENÇ'ın Yazısı.