Feyza Yukarıgöz

Başladığım noktaya dönmek, nereden geldiğimi gösterir; nerede duraksadığımı değil. Bu yüzden başladığım yerdeyim. Yazmaya başladığım an ki ben değilim, yalnızca yazmaya başladığım an ki beni görmeye geldim. Çünkü insana yine güç veren kendisidir. Plinius’un da söylediği gibi; “Herkes kendisi için bir derstir.” Her insan gerekirse zamanda yolculuk edip on yıl önceki benliğine dönebilmelidir. Ne hatalar yaptığımızı görmeliyiz, aynı hataları tekrar yapıyor muyuz, yoksa bulunduğumuz durumda ki zorluğu tecrübe ile güzelleştirebiliyor muyuz diye. 

Tecrübe, hatalardan sıyrılıp kurtulanların birer nişanesidir. Şayet o on yılda büyüğünden küçüğüne başımıza gelen her olay, bize hiçbir şey öğretememişse bundan sonra başımıza geleceklerde bize bırakın bir şey öğretmesini bizde olanı da götürecektir. Bu şekilde eksilmektense olduğunuz yerde saymanız daha makuldür. Yahya Kemal ki; şiirinin tamam olması için doğru kelimeyi yıllarca beklemiştir. “Karanlık Serviler” demiştir yıllar önceki kendisiyle. Aradan yıllar geçer ve doğru kelimenin karanlık değil de “serin” olduğunu söyler. Geçen yıllar boyunca o “karanlığa” sürekli dönmüştür Yahya Kemal. Olduğu yerde saymak için değil, karanlık mananın yerini serin servilere bırakmak için. Bazen tek bir kelime bize anlamını buldurabilir de, kaybettirebilir de. Yahya Kemal anlamını bulduğu bu kelime ile ölümü en güzel tasvir eden şairimiz olmuştur. Belki onu bu başarıya ulaştıran; bir kelimeye yıllarca sabredişi ve mükemmeli arayışı olmuştur.
 
“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”
 
Ölümü bile tasvir edişiyle güzelleştirebilecek kadar maharetli olan insan, kendi hayatını olduğundan daha da kıymetlendirecek potansiyele sahip mi değil?
 
İnsan mekanizması tabii ki de böyle bir potansiyele ziyadesiyle sahip. Bunun sırrı; başkalarının kıymet vermesini beklememekten geçer. Kimse sizin kucağınıza değer, başarı, saygınlık bırakmayacak. Çünkü insanların kişilere veya bazı durumlara verdiği kıymet zamana ve olaya bağlıdır. Bugün size verilen kıymet en ufak durum değişikliğinde elinizden alınabilir ve siz kendinizi dünyanın en değersiz insanı hissedebilirsiniz. Böyle bir yıkıntıyla başa çıkmayı öğrenmek yerine, bu durumla karşılaşmamak için kendimizle başa çıkmayı öğrenmeliyiz. 
 
Bir isteğinizi gerçekleştirmek için başkalarını beklerseniz istediğiniz iki kez olmaz. Ama bir isteğinizi kendiniz gerçekleştirirseniz iki kez olur. Evet iki kez diyorum. Başkalarından isterseniz iki kez olmaz; çünkü başkalarının size bir şey bahşetmesi, yarın koşullar değiştiğinde durumunda değişmesine sebep olabilir. İki kez olmaz evet, çünkü bu kez elinizdeki de gitmiş olur. Ancak kendi çabanızla elde ettiğiniz şeyler, vermiş olduğunuz haklı çabanız da yanında olmak üzere tam iki kez gerçekleşmiş olur. Burada ayırt edilmesi gereken çok ince bir çizgi vardır. Haklı çaba insana kibir vermemeli. 
 
Haklı çaba başkalarına “Sen değil, ben yaptım” demek değildir. Yalnızca kendi değerini kendine göstermektir. Montaigne der ki; “Kendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran olan adam, kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara gözlerini kaldırsın; o zaman yüzlerce devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır.” Burada burundan kastedilen kibrin uç noktasıdır. Biz burnumuzu değil, elimizi kendi değerimize uzatmak istiyoruz. Buna en güzel örnek tavus kuşudur. Herkesçe bilinir ki tavus kuşu rengarenk bir görünüme sahiptir. Tavus kuşunun bu ihtişamlı tüylerine karşılık da ayakları çirkin, sesi acı ve cılızdır. Tavus kuşu ihtişamlı tüylerinin farkındadır ve güzelliğiyle övünmektedir. Öyle söylenir ki; tavus kuşu salına salına yürürken gözü bir anda ayaklarına takılır ve ayaklarının çirkinliğiyle o cılız sesi duyulur. İnsan da ihtişamlı ve gösterişli olabilir. Fakat bu gösterişe aldanıp güzelliğini “ayaklarıyla” örtmemelidir. İnsan kusurlarıyla kusursuzdur. Hatalarımıza bile tecrübe gözüyle bakabilen canlılarız. Bir yola çıkarken mottomuz bu olmalıdır. Aksi takdirde başarısını övmeyi bile başarı sayanlar, en ufak tökezlemede başarısızlığından başkalarını sorumlu tutmaya meyilli davranışlar sergileyecektir. 
 
Sigmund Freud; savunma mekanizmaları teorisinde “ödünlemeden” bahseder. Ödünleme; bireyin bir alandaki başarısızlığını ve eksikliğini başka bir olayla örtmeye çalışmasıdır. Bireyi bu mekanizmaya iten kendini yetersiz ve eksik hissetmesidir. Halbuki eksikliklerimiz tamamlayıcı parçalarımızdır. Hayatta her şey zıddı ile bilinir. Varlık bile yokluktan gelmiştir. Kötüler olduğu için iyiler vardır. Hep geceyi yaşayabilir miydik? Kısaca; bizler ayağımız yolda taşa takıldı diye taşa söven canlılar değiliz. Ayağımız bir daha taşa takılmasın diye, bastığı yerden ve adımlarından emin olan canlılarız. Başarısızlıklarımız ise bir sonraki adımı başarıya atmak için yalnızca birer basamaktır. 


GENÇ'ın Yazısı.