Lübnan İzlenimleri II: "Eski Tarihin İçinde Beyrut"
Site Özel
1825 okunma
Yavuz Yılmaz
7 Bin Yıllık Geçmiş
Beyrut’u meşhur yapan Akdeniz sahilleri ve ikliminin yanı sıra asırlar boyu süregelen yüksek kültür ve medeniyetidir. Gayet uzun bir geçmişe ve karışık bir demografiye sahip olan Beyrut’un asırlar boyu içinde barındırdığı medeniyetlerin izlerini mimaride de günümüze kadar ulaştırmayı başarmıştır. Örneğin Byblos antik kenti kimi bilim adamlarınca yedi bin yıllık bir geçmişe sahip olmasıyla bilinmektedir. Beyrut’un kuzey kesiminde, şehir merkezine yaklaşık iki saat mesafede bulunan Byblos, bir Finike liman şehridir. M.Ö yaklaşık 1000 yıl öncesine kadar gidecek olursak, Byblos’un bir Yunan liman kenti olduğunu ve Byblos isminin de Yunanlılar tarafından verildiği muhakkaktır. Çünkü aynı şekilde Lübnan’da gerek Beyrut olsun gerekse Sur, Sayda ve Tripoli gibi diğer şehirlerdeki sahillerin ismi de o dönemden kalma isimlerdir. Örneğin Finike Yunanca aslı (Phoenicia) kelimesinden gelmektedir. Fakat bölge insanları bu ismi pek kullanmamıştır. Zira Bybloslular bu şehre Gubla, sahillerine ise Canaan (Kenan) demekteydi.
Evet dünyanın her yerinde olduğu gibi bu topraklarında o zamanlarda bile olsa yerlileri vardı ve gerçek sahipleri onlardı ki bugün Byblosluların kullandığı Kenan ismi şimdi de kullanılmaktadır. Öz nerede olursa olsun kendini kaybetmiyor. O sıralarda Lübnan’da bunu son derece karışık olan demografik yapısından fark etmiştim. Öylesine karışık bir din, dil ve kültür içeresinde olmasına rağmen şehir merkezinde olmasa bile dağlık ve daha çok iç kesimlere gidildikçe ortaya çıkan yerli havasını solumaya başlıyorduk. Bu nereye gitsek öyle değil midir? Örneğin Anadolu’nun büyük şehirlerinden iç kasabalarına gidildikçe değişen atmosfer gibi. Lübnan da böyleydi ve belli ki binlerce yıl öncesinde bile henüz belki istilaya yeni uğramış olsa da Yunanlılar gibi bir kültüre karşı kendi özlerini korumaya çalışmışlar, yaşadıkları bölgelere kendi dilleriyle hitap etmişler. Bunu bizler Fenike değil de o yerlilerin Kenan demesinden anlıyoruz.
Byblos’u gördükten sonra yaptığım okumalarda dikkatimi çeken ilk şey yukarıda yerlilerin Yunanlılar gibi güçlü bir kültüre karşı verdikleri dil mücadelesi olmuştu. Sonrasında karşılaştığım bilgilerin de yine dil üzerine olması beni bir hayli meraklandırmıştı. Çünkü şahsımın üniversite eğitimi de Türk Dili ve Edebiyatı üzerine olmuştu. Yani filolojiye karşı bir merakım ve hevesim zaten vardı. Bu durum beni karşılaştığım dil bilgisine karşı daha da dikkatli davranmama vesile oldu ve çarpıcı detaylarla karşılaştım. Bu bilgi ise bugün kullandığımız Latin alfabesinin temeli olan ilk Lineer alfabe olma özelliğiyle Fenike alfabesinin bu topraklarda ortaya çıkmış olmasıydı. Böylelikle önceki yazımda bahsettiğim binlerce yıl öncesinde o büyük hukuk ve eğitim reformlarının yapıldığı yer olan Lübnan aynı zamanda büyük bir dil reformu sayılabilecek olan ilk Lineer alfabesinin de ortaya çıktığı önemli bir coğrafya arasında yer almış oluyordu.
Byblosluların yaşadıkları dönem her ne kadar ilkel yaşama yakın bir tarih olsa da o dönemde müthiş işlere imza attıkları ve son derece iyi bir medeniyet kurdukları şüphesiz şimdiki Byblos kalıntılarıyla gün yüzüne çıkmış durumda. Örneğin bunlardan birisi de komşularıyla yakın ilişkiler içerisinde olmak ve onlarla ticaret yapmak olmuştur. Bu ticaret ise yine hiç şüphesiz o dönemin en büyük ve en gelişmiş medeniyeti, devleti olma özelliği taşıyan Mısırlılar arsında yapılmıştır. Bu ticaret, Mısır firavunlarının öldükten sonra defnedildikleri piramitlerin yapımında kullanılan sedir ağaçları üzerineydi. Bütün bu bilgileri bizler neredeyse tarihin yarı noktasına kadar gittiğimiz Byblos antik kentinin kalıntıları arasında buluyoruz. Bugün hala bu kalıntılara rastlanılmakla birlikte aynı zamanda bu antik kentin günümüze ulaşan kalıntılarından faydalanılarak ticaret yapmaya devam eden balıkçılar görmek gayet mümkün. Bu durum bana yüzyıllar değişse de insanların ve ihtiyaçlarının değişmediğini de gösteriyordu.
Dünyanın En Görkemli Tapınak Şehri
Beyrut merkezde yer almasa da Lübnan seyahatim sırasında görmeye çalıştığım fakat muvaffak olmadığım ve bunun üzüntüsünü hala hissettiğim Baalbek Antik Kenti, anlatmam gereken eski zaman şehirlerinden birisi. Önemli bir tarihi alana ve mimariye ev sahipliği yapan Baalbek, içerisinde bulundurduğu tapınakların günümüze kadar gelebilmiş olan sapasağlam duvar ve sütunlarıyla oluşmuş devasa yapılarıyla dikkat çekmektedir. Fakat bu önemli tarihi alan yıllar boyunca sürüp giden iç savaş ve çatışmalar yüzünden ziyarete kapalı kalmış ve dolayısıyla dış dünyayla olan bağlantısı neredeyse yıllarca yok durumundaydı. Şu an herhangi bir çatışmanın olmadığı Lübnan’da ziyarete açık olan Baalbek Antik kenti içeresinde bulundurduğu eşsiz mimarisiyle ziyaretçilerine kapılarını sonuna kadar açmış durumda. Gidip görme şansı yakalayanlar için ne büyük bir zevk olur, Baalbek’i keşfetmek.
Baalbek, M.Ö 1000’li yıllarda yine Fenikeliler tarafından inşa edilmiş bir şehirdir. İçerisinde bulundurduğu tarihi pek eskiye giden zamanın modern mimarisiyle donatılmış bu antik kent, 1984 yılında Unesco tarafından koruma altına alınmıştır. Birçok gezginin bloğunda ve gazete haberlerinde de "Dünyanın en görkemli tapınak şehri" olarak anılan Baalbek’in ağırlığı 2 bin tonu geçen işlenmiş taşlarla inşa edilmiş olan devasa sütunları için bilim dünyasında bile tam ve açık veriler sunulamıyor. Bu durum Baalbek’in hala çözülemeyen mimari gizemlerle dolu olduğunu gösteriyor. Fenikelilerin inşa etmiş olduğu Baalbek’i yüzyıllar boyunca Romalılar ihya ederek kente hatırı sayılır ölçüde servet harcamışlardır. Fakat bugün bile Baalbek’in Romalılar tarafından neden bu denli önemsendiği mimarisinde olan bilinmeyenler kadar bir merak konusu.
Yeninin Arasında Eski Zaman Kalıntıları
Beyrut sokaklarında dolaşırken her an yeni bir tarihi eserle ya da tarihe yakışır bir şekilde inşa edilmiş binalarla karşılaşabilirsiniz. Zira ben de Beyrut’un şehir merkezindeki en önemli tarihi alanlardan birisi olan Roma hamamıyla bir tesadüf eseri karşılaşmıştım. Arkadaşımla birlikte kaldığımız otelden öğle kendimizi sokağa attığımızda birkaç saatliğine bu gezintiyi yapmanın bazı görsel faydaları olacağını, etrafımızda yükselen sarı renkli eskiye özenilerek inşa edilmiş olan binalardan sezmiştik. Nereye gideceğimizi bilmesek de uzakta görünen kilise çanı kulesi ve hemen yanında dört minareyle yükselen cami bizleri kendine doğru çekiyordu. Yaklaşık on dakikalık bir yürümeden sonra kilisenin ve hemen yanındaki caminin önünde bulmuştuk kendimizi. Fotoğraf makinalarına sarılarak etrafı çekmeye çalıştığımız sırada bizleri çok farklı manzaralarla karşılayan Beyrut’un şehir merkezi, az sonra bizleri bundan bir önceki yazımda da bahsettiğim o çok güzel sarı binaların arasında tarihi Roma hamamıyla buluşturmuştu. Nerede olduğumuzu bilmeden etrafın fotoğraflarını çekmeye devam ederek gezerken, birden yakın tarihte inşa edilmiş olan binaların arasında neredeyse yerin dört beş metre altında bir yamaçta koruma altına alınmış eski kalıntılarla karşılaştık. Az sonra burasının tarihi bir Roma hamamı olduğunu bilgilendirme levhalarından okumuştuk. Bu, tarihi ve eski zaman kalıntılarını çok seven ben için bulunmaz bir fırsattı.
1968 yılında keşfedilen Roma hamamı, henüz Beyrut’un Berytus olarak anıldığı, günümüzden yaklaşık 2 bin yıl öncesine sahip Romalıların hayatlarına dokunmuş mükemmel bir kompleks olarak inşa edilmiş ve tüm Romalıların hizmetine sunulmuş bir ortak kullanım yeridir. Hamamın bulunduğu yerde sadece kaplıcalar değil aynı zamanda bahçeler ve çeşitli sosyal alanların olması o tarihte çok aktif bir konum olduğunu gösteriyor bizlere. Hatta bu Roma hamamı birçok Roma hükümdarı tarafından ziyaret edilmiş, en ünlü Roma yöneticilerden birisi olan Agustus da burayı ziyaret etmiştir. Muhtemeldir ki yapılış tarihi de Agustus dönemidir. Beni en çok etkileyen de bu kadar eskiye ait olmasıydı. Karşınızda duran insan yapımı bu kalıntılar kendi zamanlarında yüzbinlerce insanı ağırlamış ve birçok olaya şahit olmuş. Bugün 21. yüzyılda bile hala insanları kendine çekmeyi başarması son derece mükemmel bir şey. Tarihe ayna tutan bu gibi eserlere olan ilgim ve burada uzun uzadıya anlatmam da bunu okuyucularımla paylaşabilmektir.
Her Şey Zamanın Kurbanı
Tarih sürekli değişir, önünde duracak bir güç bulamıyorum ben. Bildiğimiz, gördüğümüz ve varlığından emin olduğumuz ne varsa bir gün bir başka ispatla ve buluşla yerini ya hepten bir kayboluşa ya da arka plana bırakabilir. Kendi zamanları içinde en büyük, en ihtişamlı yapılar olma özelliği taşıyan yapıtlar, zamanı geldiğinde onlardan daha büyük bir maddiyet ve maneviyata sahip olan bir başka yapıtın gölgesi altında kalabilirler. Romalıların yaptıkları eserler de bir zamanlar çok büyük bir ihtişama sahip olsalar da günü ve zamanı geldiğinde kendisinden sonra gelen ve insanlar tarafından daha büyük bir maneviyata sahip olan diğer yapıların gölgesi altında kalmaya başladılar. Bu ilkin Hristiyanlıkla birlikte kilise ve ona benzer diğer Hristiyan mabetleriyle başladı. Sonra İslamiyet’in gelmesiyle camilerle birlikte bu ihtişam hepten bir çöküşe geçerek yerini artık sadece antik kelimesinin hüküm sürdüğü bir noktada buldu. Bunun örneklerinden birisini bizler tam merkezde eski kalıntıların arasında yükselen St. George Ortodoks Katedrali’nden görmekteyiz. Ayrıca hemen yakınında bulunan St. George Maruni Katolik Kilisesi`nden de şehrin asırlardır süregelen karışık demografisinin özetini.
St. George Ortodoks Katedrali... Bu yapının tarihsel olarak önemi, eski bir Roma katedrali üzerine inşa edilmiş olmasıdır; yapılışı, yapılışında kullanılanlar veyahut mimarisi değil. Anastasi Romano Bizans Katedrali`nin kalıntıları üzerine inşa edilmiş olan St. George Ortodoks Katedrali bulunduğu konum olarak şu an şehrin tam merkezinde. Fakat daha önemlisi temelleri arasında kalmış olan Roma ve Bizans dönemi katedrallerinden Anastasi Katedrali`nin de aynı yerde yine şehrin merkezinde bulunuyor olmasıdır. Şehrin merkezi diyorum çünkü hemen 100-200 metre ilerisindeki Roma hamamı ve diğer sosyal alanlara oldukça yakın bu yapı. Yani diyebiliriz ki burası tam 2 bin yıldır bir şehir merkezi olarak karşımızda hala aynı konumunu koruyor. Fakat dediğim gibi tarihin önünde durmak imkânsız ve o büyük hamam ve katedraller, yenilerin temelleri arasında ya da gölgesi altında kalmış durumda. İşte eskiyi gölgesi altına alan yapılardan biri de St. George Ortodoks Katedrali. Çok eski bir geçmişe sahip değil. 1884- 1890'lı yıllar arasında inşa edilmiş. İç savaştan ötürü Beyrut'un kaderini paylaşarak çokça hasar görmüş ve restorasyon çalışmaları neticesinde ayakta durabilmekte. Bu yapı Beyrut'a gideceklerin ve tarih meraklılarının görmesi gereken bir yer. Çevresindeki diğer kilise ve ibadethaneler de aynı şekilde eski mimari dokusunu koruduğu için yine görülmesi gereken yerler arasında. Bunlardan birisi St. George Maroni Kilisesi'dir ki Beyrut'a gelen turistlerin mutlaka gördüğü ve muhakkak görmeleri gerekene bir yer.
Yukarıda şehrin karışık olan demografisinin özeti olarak nitelendirmemin sebebi ise bu kilisenin bir caminin hemen yanında bulunmuş olmasıdır. Caminin adı Muhammed El Amin. Bir sonraki yazımızda fazlaca yer vereceğimizden ötürü burada daha fazla ayrıntı vermeyerek St. George Maroni Kilisesi`nden bahsetmek istiyorum. Eski yapıya özenilerek inşa edilmiş olan bu kilise günümüzden yaklaşık 120 yıl önce 1800`lü yılların sonunda yapılmış. Gayet güzel bir mimarisi vardır. Yaklaşık yirmi otuz metre yüksekliğine sahip olan çan kulesiyle yanında hemen hemen aynı boyda yükselen Muhammed El Amin Cami`nin minareleriyle Beyrut`ta iki dinin ve farklı mezheplerin bir arada sükun içinde yaşadığını gösteriyor. Bu kilisenin günümüzdeki önemi işte bu görseldir. Özelikle akşam saatlerinde aydınlanmaya başlayan caminin minare ışıklarıyla birlikte kilisenin de ışıklandırması insanların isteyince nasıl da bir arada sükûn ve istikrar içinde yaşayabileceğini gösteriyor bizlere.
Gördüğümüz gibi Beyrut oldukça büyük bir tarihe sahip. Bu yüzden bu yazıda eski tarihe fazlaca yer ayırdık. Bir diğer yazıda geçmişten günümüze Beyrut’taki Türk İslam mühründen bahsedeceğiz. Bu satırlara kadar gelebilen bütün okuyucularıma şükranlarımı sunup bir dahaki yazıda görüşmek dileğiyle diyorum. Esenlikle...
GENÇ'ın Yazısı.