Henüz gökyüzü pembeleşmeden dönüş yoluna geçtiğimde keçi sürüleri de evlerinin yolunu tutmuştu. Başlarındaki çoban arkasına bile bakmadan ilerlerken en küçük yavru bile hiçbir emir almadan onu takip ediyordu. Biliyorlardı, biraz sonra gök alacakaranlığa bulanacak, ay soluk yüzünü gösterecekti. Yuvaya, yemeğe, suya kavuşma zamanıydı.

Çocukluğumdan beri duyduğum bir şiire* doğru ilerliyorum. Sadece o mu, Osmanlı döneminde kadınların gurbete giden eşlerine yazdıkları özlem dolu mâniler de aynı köyde, Kemaliye’yi tepeden gören mâni yoluna sıralanmış beni bekliyor.

Kimi eşine kızgın, kimi aşık. Satırların arasına sıkışıp kalmış yalnızlıkları. Ağıtlar yakmışlar ufka. Bir yanımda uçurum diğer yanımda dut ağaçları arasına asılmış tabelalara yazılı seksen mâni. Gökyüzünde dev yarasalar uçuyor. Şaşkınlığımı gören rehber dağdaki rampadan atlayan Wingsuit’li adamları anlatırken ben ürperiyorum.

Apçağa Köyü tahta evleri, köy bakkalı, kıraathanesi, fırından çıkan mis kokulu pideleri, sıcacık insanlarıyla kucaklıyor hepimizi. Su aktıkça değirmen dönüyor. Buğdaylar una dönüşürken su kanallara boşalıp köy yolunun kenarından aşağı süzülüyor. Ben kesik bir ağaç kütüğüne oturmuş Lökhane’den aldığım yeni ezilmiş dut ve ceviz helvasını yiyip çay içiyorum. Mazgalların arasından bir şapırtı duyuluyor. Dikkatlice bakıyorum sesin geldiği yere. Kocaman bir alabalık tepelerdeki balık havuzlarından kaçmış akan suyun içinde geziyor köyü. Bir köpek yanıma gelip iki havlıyor ama nafile, balık anında kayboluyor gözden.

Uçurum Kıyısında Bir Kervan Yolu

Karasu Keban Barajı’na doğru yanımdan akıyor. Su bir yılan gibi kavisler yaparak ilerlerken toprağa dağların bereketini taşıyor. Suya değen ağaçlar daha yeşil, çiçekler daha parlak. Tarlalardan fışkıran ürünler Van’a giden trenin rüzgarıyla savruluyor. Keçiler yadırgamıyor homurdanan rayların sesini, çoban el sallıyor yolculara.

Karanlık Kanyon diğer adıyla Kemaliye Boğazı maceraperestlerin, dağcıların, uçurumun dibinden bisiklet sürmek isteyenlerin rüyası. Dünyanın en tehlikeli yolları arasında anılan ve yüz otuz iki yılda tamamlanan taş yol aynı zamanda burayı kullanmak zorunda kalan köylünün, çobanın, ziraatçının kâbusu, birçoklarının mezarı.

Kemaliye’yi Divriğe bağlayan yolun yapımı önceleri halkın ilkel aletlerle kayaları oymasıyla başlar ve 2002’de Recep Yazıcıoğlu’nun desteğiyle tamamlanır. 18. yüzyılda Kemaliyelilerin vadiden çıkabilmesi, kervanların Giresun limanına ulaşması için açılan dar yolda çok az tünel var. Bir zamanlar inşaat molozlarını kayalardan aşağı yuvarlamak için açılan küçük pencerelerden içeri bugün hava ve ışık doluyor. Yol tünelden çıkınca daha tehlikeli gözüküyor. Değil karşıdan gelen arabaya yol vermek, vadi tarafındaki lastiğin her virajda boşluğa düşmesinden korkarak ilerlerken sonunda bu adrenaline dayanamayıp araçtan iniyorum.

Önü açık kıvrıla kıvrıla sonsuzluğa uzanan bir mağarayı andırıyor yol. Dağ tarafından yürürken bu boş, ağaçsız kayaların dünyasında yaşayan tek canlıya, uçurumun dibinden akıp giden, bazen yükselip bazen sularını çeken Karasu Nehri’ne hasretle bakıyorum. Dualarım yerine ulaşamadan bir araba çıkıyor önümüze. Şoför sorun yok diyerek geri geri biraz önce geçtiğimiz, ona göre iki arabanın her şartta geçebileceği noktaya kadar çekiyor arabayı. Yan aynaları kapatıyorlar. Camdan kafamı çıkarıp aşağı baktığımda tekerleğin üstüne çıktığı kayadan başka toprak parçası göremiyorum. Üstelik sanki asfalt yolun kıyısında durmuşuz gibi iki şoför açık camdan birbirleriyle muhabbet ediyorlar. Sonunda Ergenekon destanındaki gibi delinip aşılan dağların aşağılarına indiğimde küçük bir motorla geziyorum kanyonu. Türkiye’nin ilk paralı geçiş köprüsü Şırzı’nın altından geçip yeşil mavi sularda ilerlerken sert kayalıklara ...................................................................


Hande Berra'ın Yazısı.