Uzaktaki Evim
Site Özel
2035 okunma
Habibe Nur Erdem
Yollardayız yine. Her bayram olduğu gibi, namazı kıldıktan sonra kahvaltımızı yapıp arabamıza atlıyoruz. İstikamet tabii ki köyümüz. Bayramdan bayrama ziyaret edebildiğimiz köklerimiz… Yolculuk, namaz ve yemek molaları ile birlikte hayli uzun sürüyor. Aylarca süren özlemin ardından o temiz ve sakin beldeye kavuşmanın hissi bambaşka. İşte başlıyoruz. Hemen köyün girişinde geldiğimizi görenlere selam vermek babında korna çalıp gülümsüyoruz. O uzun yolculuğa rağmen hiç yorgun değiliz, kavuştuk çünkü. Varmak istediğimiz yere vardık. Arabamızı her zaman park ettiğimiz yere yanaştırıyoruz ve bagajdan eşyalarımızı hızlıca alıyoruz. Karşımızda bize gülümseyerek "Hoş geldiniz" diyen insanlar ve dede evi. Dedem ve babaannem ben çok küçükken vefat ettiler, çok net hatırlayamıyorum o yüzden. Ama onların ve kocaman ailemizin anıları var taş evin her köşesinde. Bir kural var; köye gelindiği zaman baba evinde kalınacak. Bu yüzden başka bir seçenek olmaksızın dede evinin yolunu tutuyoruz.
Köy yerinde, çocukların öyle "Evlendikten sonra ayrı bir eve çıkalım" lafı pek olmuyor. Gelin, evlendiği beyin ailesinin evine yerleşiyor ve her yeni kurulan yuva için tek bir oda var. Bunun dışında tuvalet, mutfak vs. ortak. Şimdi evlatlar, iş dolayısıyla şehre göç etmiş olsalar bile geldikleri zaman hep aynı yerde kalıyorlar; baba ocağı. Halamlar evlenince bu evden uçup gitmişler ve amcamlar da, birisi dışında iş dolayısıyla şehre göç etmişler. Şimdi dede evi dediğimiz yerde tek bir amcam yaşıyor. Maişetini hayvan ve bahçe üzerinden sağlıyor. Hanımı olan yengem de geçen yıllarda vefat etti. Artık bir başına devam ediyor yaşamına. Yollarımızı gözlüyor bayramları… En çok söylediği söz ise "Burası sizin eviniz". Evet, sahiden bizim de evimiz. Şehirdekinden kilometrelerce uzakta, köklerimizin oluştuğu bir evimiz daha var.
Eşyalarımızı odaya koyduktan sonra yemek, sonrasında da koyu bir muhabbetle birlikte çay faslı. Gözlerden uyku akar ama yine de o hasretle, konuşmayı kesip "Haydi yatalım artık" diyemez kimse kolay kolay. Ufak uyuklamalar olduktan sonra herkes artık uyunması gerektiği konusunda hemfikir olur. Yataklar hazırlanır ve ışıklar kapanır. İşte bu kısmı ayrı bir seviyorum. Zifiri karanlık ve ona eşlik eden muhteşem bir sessizlik, aman Allah’ım… İnsan sessizliğe susar mı, acıkır mı? Sanki susuzluğum diniyor. Hele bir de adını aldığım babaannemin hep yattığı yerde küçük bir penceresi var ki… Köy ve ihtişamlı dağ manzaralı. Tamamdır diyorum ya, tarih tekerrürden ibaretmiş, inandım. Yıllar sonra adını taşıdığım babaannemin en çok sevdiği köşede olmaktan dolayı sonsuz bir huzur içindeyim.
Köyde hayat sabah erkenden başlıyor, biz uyandığımızda amcam çoktan hayvanların yanına ve bahçeye gidip gelmiş bile. Ateşin üzerinde köyün muhteşem patatesi kızarıyor, ocakta çay var. Tamam, biz de şehirde çayı normal ocakta demliyoruz ama köydeki çay sanki hiç bayatlamıyor ve hep çok güzel. Lezzetin kesinlikle ortamla da büyük bir ilgisi olmalı. Kahvaltıyı yaptıktan sonra eğer sen çıkamamışsan sana bayramlaşmaya geliyorlar. Her bir gelene tatlı ve kahve ikram ediliyor muhabbetin yanında. Gelenleri yolcu ettikten sonra sen de çıkıyorsun bayramlaşmaya. Amcam genelde "Bayramlaşmaya gelip evde bulamazlarsa olmaz" deyip evde kalıyor. İnce düşünüş.
Halalar, akrabalar ziyaret ediliyor. Büyük halamın genelde gözleri yaşlı olur ve bana "Anam!" der, annesinin adını taşıdığım için. Ben de ona "Söyle yavrum" derim. Bayramdan bayrama görüşmemiz hasebiyle çokça özlem olunca yanaklarda da ıslaklıklar oluyor tabii. Gittiğimiz evlerde aç isek envai çeşit yemekler dakikalar içinde hazır ediliyor, tok isek çayın yanında bir şeyler getiriliyor hemen. Yani o şehirdeki "Misafir geldi, ne yapacağım şimdi" düşünceleri olmuyor. Her şey doğal seyrinde, el birliğiyle hallediliyor. Üstelik köyümüzde hala bulaşık makinesi yok. Yani kendimizi düşünüyorum da bulaşık makinesi bozuk olsa ve o gün bir misafirimiz gelecek olsa ne yapacağız diye kara kara düşünürüz. Ama köy yerinde öyle mi, kalabalık da gelinse hiç dert değil. Her şey halloluyor, endişeye mahal yok. İşte bu olayı seviyorum. Kimsede bir gerginlik, bir kasıntılık ve yapaylık yok. Şehirde hasret kalınan şeyler bunlar. Misafir çağırmak mı, büyük olay. Temizlik, düzen, ikram hazırlamak zor geliyor şehirlilere.
Sonra düşüncelere dalıyorum. Madem buraya gelişini iple çekiyorsun ve burada huzur buluyorsun. E o zaman, temelli burada yaşasan mesela? İşte orada işler düğümleniyor. Şehrin o rahatlığına alışmışken, bu köy hayatı ne kadar sürdürülebilir? Şehirde doğup, büyümüş olduğum için çok normal aslında bu düşünceler. Fiziki açıdan zorluk mu görüyoruz ki. Her şey hızlı ve kolay. Peki ya ruhsal sıkıntılarımız? Şehrin o kocaman gökdelenleri, hızlı yaşamı ve insanları. Hayatım boyunca İstanbul’da yaşamama rağmen neden sıkıyor bu şehir beni bazen? Oysaki ben buranın içine doğdum. Bilmedim ki başka bir yerde sürdürülebilir bir yaşam…
Köyümüzde birkaç gün geçirdikten sonra artık ayrılık vakti geliyor. Amcam ve halalarım, her biri ellerinde poşet ve çuvallarla bizi uğurluyor. İçlerinde bahçelerinden topladıkları şeyler. Bagajımız zaten bizim eşyalarımızla doluyken, şimdi oturduğumuz yerde ve ayaklarımızın altında poşetlerle birlikte dönüş yoluna geçiyoruz. Köyde geçirdiğimiz süre zarfında bizi bol bol ikramladıkları yetmiyormuş gibi, ayrılırken de böyle bir seremoni. Haklar helal ediliyor, eller öpülürken yanaklarda yine ıslaklık var. Gel de özleme işte.
Velhasılı kelam, şehirde yaşamak büyük kolaylık. Ama her insanın nefes alıp, ferahlayabileceği bir köyü olmalı. Tüm sene şehirde bunaldığı ve kavuşmayı iple çektiği, dağın eteğindeki bir evi…
GENÇ'ın Yazısı.