Tuba Şekerci
Yaşamın bir parçası olan ölüm, her canlının kaçınılmaz sonu nihayetinde. Her toplum ölümü farklı şekillerde kucaklar, farklı cenaze işlemleri uygular. Türk tarihine bakacak olursak tekrar dirileceğimize olan inanç her zaman var olmuş. Bu durumdan dolayı cenazelerimizi benimsemiş, ziyarete açık mezarlıklar yapmış ve ayrı bir ehemmiyet göstermişiz. Hatta ileriye gidip mezarlıklara yapılan en ufak saldırıyı, savaş sebebi saymışız.
İslamiyet ile tanıştıktan sonra her ne kadar Batılı anlamda heykeltıraşlığı bırakmış olsak da bu durumun bizi taş işçiliğinde geriye sürüklemediğini görmek için mezar taşlarımıza bakmamız yeterli olacaktır. Dünyanın dört bir yanına yüzyıllarca hükmeden Osmanlı Devleti’nin bizlere bıraktığı en somut kültür hazinelerinden biri hiç şüphesiz ki mezar taşlarıdır. Ebediyete irtihal edenlerimiz bu taşlarda biz yaşayanlara hisseler bırakmışlar; çünkü onlar gömülmek değil, görünmek istemişlerdir. Medeniyetimizin kalbi İstanbul sokaklarını arşınlarken etrafınıza dikkat ederseniz, şehrin en işlek yerlerinde sizden bir “Fatiha” rica eden türbelerle, mezarlarla karşılaşırsınız. Bir kitapçının, bir durağın hemen yanında hatta mezar taşının yarısı ağacın içinde kalmış şekilde… Yahya Kemal’in “Biz ölülerimizle yaşarız.” sözünü daha iyi kavrarsınız. Medeniyetimiz hiçbir zaman mezarlıkları şehirden uzak yerlere atmamış, her zaman en gözde mekânlara yerleştirip ziyaret etmemizi, ölümü hatırlamamızı amaçlamıştır. Mezar taşlarımızda kalıplaşmış bir ifade karşımıza çıkar mesela: “Hüve’l Baki" yani “baki olan yalnız o’dur”. Adeta “sen de elbet bir gün buraya geleceksin” der. Biz de hep manevi, ebedi istirahat bahçelerine gidecek olmanın bilinciyle geçeriz o yollardan, böylece ölümün soğuk yüzünü sıcacık bir tebessümle karşılarız.
Eskilerin ölüm kültüründeki ince düşünce ve zevk anlayışını kavramamız için mezar taşı yerine “şâhide” kelimesinin kullanılması dahi kâfidir. Şâhit kelimesi, tanıklık eden demekken; şâhide diyerek müenneslik/dişilik katılmış, kadının zarafetiyle özdeşleştirilmiş, inceliğe bakar mısınız? Elbet bu zarifliği sadece isimle sınırlı bırakmayıp görselde de devam ettirmişler; mezar taşlarına işlenen motifler, yazılan şiirler gibi. Mezar taşlarında –belki artık şâhide demem daha doğru olur- merhum/merhumenin hüviyetini yansıtan semboller ve yazılar karşılar bizi. Çoğu zaman başlık kısmından mesleği, dönemi çıkarılabilir. Mesela burma sarıklı bir başlık varsa şahsın üst düzey devlet adamı; paşa, defterdar, nişancı vs. olduğunu ya da örfi destarlı kavuk varsa ilmiye sınıfına mensup; imam, müftü, kadı vs. olduğu çıkarımlarını yapabiliriz. Aynı şekilde fes varsa II. Mahmut döneminden sonra vefat ettiği söylenebilir.
Kadın şâhidelerinde ise durum biraz daha farklı işler, genel olarak başlık kısmı bulunmaz ama kullanılan çiçek sembollerinden yaşamına dair bilgiler elde edilir. Çocuk yaşta vefat edenlerin ise mezarları daha küçük olduğu gibi kullanılan hançer şekilleri ömrünün yarıda kesildiğini vurgulamak içindir. Sadece görsel olarak bu kadar çok şey anlatılırken bir de yazısal boyutu mevcut elbette. Vefat tarihiyle ebcet hesabında denk gelecek bir şiir yazması için şair vazifelendiren de olmuş, hayattayken kendi şiirini kaleme alan da. Metinlerde yine şahsa ait özellikler ekseriyetle zikredilmiş; mesela bir denizcinin ölümü ‘liman-ı bekâya yelkenledi’ gibi özetlenip denizcilik terimleriyle yazı donatılmış. Ne yazık ki bu gelenek gün geçtikçe yok oluyor, gönül ister ki düz mermer üzerine kazınmış isim soy isimden ibaret olmasın mezar taşlarımız, bizi bize anlatsın…
Velhasıl mezar taşları yüzyıllardır bizimle yaşamakla birlikte yaşantılarımıza da şahitlik etmekte. Bir gün şahsımıza ait şahidemiz olursa, şahsımıza olan şahitliğini ebediyete kadar devam ettirmesi ve şahit olunan yaşamımızın en güzel şekilde taçlanması duasıyla…
GENÇ'ın Yazısı.