Rümeysa Berire Önlem

Küçükken anneme çok kızardım, beni hiç anlamadığını hatta anlamaya çalışmadığını bile düşünürdüm. Yapmak istediğim bazı şeylere izin vermezdi, hatta bazen çok büyük hayaller kurmama bile izin vermezdi, hayata hep gerçekçi bakmamı isterdi. Akşamları herkes gibi dışarda oynamak isterdim, ama akşam ezanı okunur okunmaz evde olmalıydım. Onun kurallarına hiç anlam veremezdim, aşırı korumacı tavırlarının sevgisinden kaynaklandığını bilmezdim bilakis beni sevmediğini düşünürdüm. 

Herkesin annesi geç saatlere kadar dışarda oynamasına izin veriyordu çünkü, ama benim hayatım hep düzenli olmak zorundaydı. Her günü planlı yaşamak zorundaydım. Biraz büyümeye başlayınca kendimce onu kimseyle konuşmayarak cezalandırırdım. Yemek yemezdim, kış ayı geldiği zaman betonda yatardım. Tüm bunları görmesini isterdim, görüp bir adım atmasını. Beni bağrına basmasını. Affetmesini. Çünkü biliyordum, yemek yemediğimi gördüğü zaman yanıma geleceğini, şefkatle sarıp sarmalayacağını beni. Üşüdüğümü hissedeceğini biliyordum. Zamanla ve hayatım boyunca emin olduğum tek şey belki de annemin bana karşı olan sevgisiydi. Hiç değişmedi. 
 
Büyüdükçe yalnız yaşamanın zorluklarını görmeye başladım. İlkokuldaydım, sessize ağlamam gerekse bile yola devam etmem gerektiğini anladığım zaman. Annem Allahtan ve kitaplardan başka dostumuz olmadığını bize hep hatırlatırdı. Bu yüzden kitap okuyan arkadaşlar seçmeye çalışırdım, arkadaşlarımı seçmeyi sekiz yaşında öğrenmiştim. 
 
Zaman geçmeye devam etti ve ben biraz daha büyüdüm, büyüdükçe annemi daha çok anladım. İşten yorgun argın gelip yemekleri yetiştirmeye çalışan bir yandan evi toplayan öte yandan bizi dinleyip, dini sohbetler yapmaya çalışan annemi. Dördüncü sınıfa geldiğimde yemek yapmayı öğrenmiştim. Öğrenmekten başka çarem yoktu, çünkü annemin gözlerindeki yorgunluğu ama çocukları için hayata ve Allah’a sımsıkı sarıldığını görüyordum. İlk yaptığım pilav lapaydı, ilk yaptığım yoğurt çorbası çok tuzluydu, patates yemeğindeki soğanları çok büyük doğramıştım. Ama annem her şeye rağmen başarılı bir aşçı olduğumu söylüyordu. Yüzünü ekşitmeden o yemekleri nasıl yediğini hiç unutmuyorum. Annem birini incitmekten çok korkardı. Sanırım o zamanlar beni incitmemek için pek çok şeye katlandı. Tüm bunları hissedebiliyordum. Ve hissettiklerim çocuk olmama engel oluyordu. Evi süpürmeyi öğrendim, çamaşır makinasına deterjanı dökmeyi, çalıştırmayı. Yatakları toplamayı. Bulaşıkları yıkarken çaydanlığın içine giysilerimizi yıkadığımız deterjanı koyduğumuz zaman demliğin beyazlayacağını öğrendim. Tüm bunları annem işten geldiği zaman dinlenebilsin diye yapıyordum. Belki çok iyi değildim, ama ona yalnız olmadığını hissettirmek istiyordum.
 
Çocuktum ama değildim. Artık dışarda oynamıyordum. Salıncakta sallanmak istemiyordum. Kalbimin en gizli köşelerine ittim çocuk ruhumu, orada sakladım. Oradan çıkmasını hiç istemedim. Annemin gülüşü her şeye değerdi çünkü. Varlığımdan güç alması için dik durmak zorundaydım. Bu yüzden yaşıtım insanlarla arkadaşlık etmek yerine kendimden yaşça büyüklerle oturup kalkmaya başladım. Mahalledeki ablalardan hep bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Sökülen bir kıyafeti dikmeyi, düğüm atmayı, kapının önünü toz kaldırmadan süpürmeyi, perdeleri yıkarken çamaşır suyu koymayı, sarma sarmayı, atkı örmeyi... Akrep ile yelkovanın arasındaki açılar büyüdükçe, acıların büyümeye devam ettiğini ve tüm bunların bir imtihan olduğunu…
 
Bazen hasta oluyordum, annem o zamanlar içimizde askerlerin yaşadığını söylüyordu. İçimizdeki iyi ve kötü askerlerin savaştığını. Eğer zencefilli, ballı ve limonlu sıcak çaydan içersem savaşı iyilerin kazanacağını dile getiriyor, türlü türlü hikayelerle sevmediğim şeyleri içmemi yahut yememi sağlıyordu. Matematikten korkup, soruları çözemediğim zamanlarda matematik senden korksun diyor bana inandığını her seferinde dile getiriyordu. İşe giderken bana güvendiğini ve Allah’ın hep yanımda olduğunu, beni ona emanet ettiğini söylüyordu. Yaşadığımız sürece özgürlük dediğimiz şeyin Allah’ın kısıtladığı yerde bitmesi gerektiğini tembihliyordu. On iki yaşımda Allah’tan başka kimsemiz olmadığı gerçeğiyle yüzleşmiştim. 
 
Bir gün Resulullah’dan (sav) bahsederken, gözlerinin dolduğuna şahit olmuştum. Efendimiz’in Taif’de çocuklar tarafından taşlandığı hadiseyi anlatırken, elektrikler yoktu. Mum ışığında pür dikkat dinliyorduk annemi. Ona sarılıp, keşke Efendimiz’in zamanında yaşasaydım ona da sarılırdım, dediğimde tebessüm etmişti. Sonra helal ve haram kavramlarını, namazı öğrenmeye başladım. Kıyafetlerimizin ölçülü olması gerektiğini, az uyuyup, az yememiz gerektiğini. Hoşgörüyü, uyumu, merhameti ve empatiyi… 
 
Zaman, durdurmak isteyip de, durduramadığımız gerçeğiyle geçmeye devam etti, ben biraz daha büyüdüm. Belki birazdan daha fazla büyüdüm. Anneme kızdığım için kendime çok mahcubum, çocukluğum karşımda duruyor olsaydı diyorum içimden, keşke sarılabilseydim ona. Anneme, annemin çocukluğuna. Benim hiç güçsüz görünme şansım olmadı, olmasam bile güçlü görünmek zorundaydım. 
 
Sanırım anneme kocaman bir teşekkür borçlu olduğumu hissediyorum. Bu arada içimdeki o hayalperest kızı merak ediyor musunuz bilmiyorum ama yine de söylemek istiyorum. Onu derinlerde bir yerlerde gizliyorum, yalnızken çıkıyor bazen ortaya; yeşilliklerin ve kimsenin olmadığı yerlerde derin bir iç çekiyor. Salıncakta sallanırken ellerini gökyüzüne kaldırıp, rüzgara sarılıyor. Belki de çocukluğuna. Şimdilerde biraz daha büyümüş olmalıyım, artık zamanın geçtiğini değil, zamanın içinden bizim geçtiğimizi düşünüyorum. Annem bazen aynada kırışan yüzüne, çıkan kaz ayaklarına bakıp buruk bir tebessüm ediyor. Yaşlandığını dile getiriyor ama bana sorarsanız annem hep aynı, büyüyen tek şey sanki benmişim gibi, ben ve kalbim. Zaman zaman, geceleri herkes uyuduğuda kendimi sineye çekiyorum. Zaman geçti, sen büyüdün büyümeye devam ettin. Peki değiştin mi? Anlayışsız olduğunu düşündüğün zamanlar oldu mu? Birini kırdın mı? Kainata hangi boşluğu doldurmak için geldiğinin farkında mısın? Soru sorma konusunda iyi olduğumu söyleyebilirim ama cevap verme konusunda sanırım pek iyi değilim. Değiştim mi? Belki, biraz. Annem değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğunu söylerdi, bu yüzden sürekli değişen ve gelişen bu çağda aynı kalmam imkansızdı. Alemleri yaratan ve yaşatan Allah’tan son zamanlardaki tek temennim, yaşadığımız değişimlerin olumlu yönde olmasıydı. Şöyle bir geçmişe dönüp baktığımız zaman her şeyin daha masum olduğunu görüyorum, daha temiz niyetler ve daha temiz duygular. Bunun en büyük adımının insanca ve İslam ile yaşamak olduğuna iman ediyorum, hemen hemen herkesin etiyle ve kemiğiyle nefret ettiği bu çağın getireceği güzelliklere inanan insanların tarafındayım. Olumsuz ve yapıcı olmayan eleştirilerden ziyadesiyle kaçınmaya çalışıyorum. İnsanları suçlamanın, anlamaktan daha kolay olduğunu biliyorum, yine de anlamayı tercih ediyorum. 
 
Geçmişi yok sayarak bugünü yaşamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Geçmişle bugünü kıyaslayıp, eleştirdiğimiz her şeyin kaynağı için önce kendi içimize bakmalıyız gibi geliyor bana, atfettiğimiz her şey için önce ‘’içimize’’ dönmeliyiz. Neyimizi kaybettiğimizi hatırlamalıyız. 
 
Kendimi bir şeylerden yakınır vaziyette bulduğumda kendime hep bunu hatırlatıyorum. Yaşamak yaralanmaktır Rabbim diyorum, iç çekiyorum. 
 
“Biliyorum, üzerinde yaşadığımız bu toprakları birbirimizi ancak senin için sevince, sana itimad edince ve sana güvenince yeşertebiliriz. Yoksa kuruyup bitmeye mahkumuz, bitmeye ve yitmeye...’’ 


GENÇ'ın Yazısı.