Esra Şahin

“Ne kadar koşarsan koş yetiştiğin ancak nasibindir.” cümlesi geldi aklıma. Oradan oraya koşuşturan insanlar, bir iş çıkış saati, hıncahınç dolu metrolar, tramvaylar, yayalar için yanan yeşil ışıklar, trafikte kalmış otomobiller... Diğer yanda simitlerini bitirmeye çalışan simitçi amcalar, ayakkabı boyayan dedeler, mendil satmaya çalışan minikler ve zorla eline bir gül sıkıştıran çiçekçi abla. Eve geç kaldığı için babasından azar işitecek kızın akbil doldururkenki telaşı, batmakta olan güneşin göğün maviliğine serpiştirdiği turuncu renk, ortaya çıkan muhteşem görüntü. Rüzgarın üşüten yüzünü göstermesi, montunun fermuarını çeken, atkısını daha sıkı dolayan genç, hızlı adımlar ve renk renk ayakkabılar, bir İstanbul klasiği.

İnsanların hiç durmadan bir yerlere yetişmeye çalıştığı, bir işi bitirmeye çabaladığı ve içimden gelen “Herkesin ne çok işi var ya hû” deme isteği. Aklıma “Hareket berekettir” sözünün gelmesi. Koca şehrin bir sürü insana ekmek kapısı olduğunu anımsamam ve daha niceleri.

Martılara simit atan insanlar görmem ve martıların simitleri yakalamak için beyaz kanatlarını hızlı hızlı çırpışını seyretmem, yükseklerden biraz daha aşağılara doğru indiklerini fark etmem. Her şeyin bedeli olan bu hayatta taze simit yemenin bedelini belki en çok martılar ödüyor kanat çırpışlarıyla ve bir şeyler fısıldıyor biz insanların kulağına: “Nasibine uçacaksın, hadi siz insanlar uçamazsınız tamam ama o halde koşacaksınız. Mideniz yerine denize düşen simitlere hiç aldırmayacak, bir başka simit lokmasının sizi beklediğini unutmayacaksınız. Bizim simitlerimiz denize düşüyor, sizin de ‘Hayallerim suya düştü’ söylemlerinizi duyuyoruz. Suya düşen hayallerinize odaklanırsanız yakalama ihtimaliniz olan fırsatları elinizden kaçırırsınız. Biz uçalım, ağzımıza giremeyen simitler utansın; siz koşun gerçekleşmeyen hayalleriniz olsun ama eylemsizliğiniz hayallerinizi yok etmesin.” Martılar bize neler neler söyler, daha da uzar gider cümleler. Dinlemeyi bilirsek bir tek martılar da değil deniz dalgalarıyla konuşur, gökyüzü ferahlatır, dökülen yapraklar ömrün gelip geçiciliğini hatırlatır, açan çiçekler her kışın bir baharı; her gecenin bir sabahı olduğunu anımsatır, yağan yağmur yeryüzüne can suyu olur, ağlamak insan gönlüne.
 
Dağlara gelince heybeti güç verir, yüksekliği daha yürüyecek çok yolum var durma devam et dedirtir, soğukluğu bir ateş sıcaklığı talep ettirir, topladığım çalılar eğri büğrü ise hatırıma Yunus ve eğri odunları dergahına sokmayışı gelir. Yunus değilim der, toplamaya devam ederim. Ruhum seslenir, birden Yunus olmak isterim. Ateş, bedenini; aşk ruhunu ısıtır insanın. Ateşi yakarım, içimde yakamadığım Allah ateşi kalbimi ısıtamaz ama ellerim üşümekten kurtulmuş, soğuktan hareket ettirmekte zorlandığım parmaklarım ısınmıştır. İçimde hâlâ üşüyen bir yer vardır. Sonra bir dağ gelir aklıma, bana aşkın zirvesini gösteren dağ…
 
Adı Nûr olan bu dağ, alır götürür beni uzak diyarlara, hem uzak hem de bana beni anlatabilecek kadar yakın bir dağ.
 
Filhakika kâinat insana dünya hayatında da, sonsuzluk yurdunda da ihtiyacı olan her ne ise gösterir. Adeta der ki: “Dünyan için çalış, çabala ama sıkışma dünyaya. Seni bekleyen sonsuzluk diyarını unutma. Dünyadan ukbaya gitmek vakti geldiğinde daha hazır değilim, şimdi gelemem deme fırsatının olmayacağını bir ân olsun aklından çıkarma. Bu dünyadan bir kere geçiyorsun, güzel geç…”
 
Biz yeter ki hisse almak isteyelim azizim, yeryüzü en güzel kıssa insana…


GENÇ'ın Yazısı.