Dilara Yüksel

Bugün epeydir düşünmekten çekindiğimiz bir konu çıktı yine karşımıza. Dert… Yine aldık kendi kendimizi karşımıza Biz anlattık, içimizdeki Ben dinledi. Bu Ben’e ders verme vakti geldi diye düşündük ve çektik hizaya… 
 
Anlatıcı olan Biz anlattıkça fark ettim ki dert sadece üzüldüklerimiz değilmiş. Hayallerimiz, ulaşamadıklarımız, sevdiklerimiz, aciz kaldıklarımız ve sivrildiklerimiz bizden ayrılamayan ama bizimle de kalamayanlar… 
 
Dinleyici olan Ben dinledikçe fark ettim ki geçmiş de gelecek de sevmek de nefret etmek de özlemek de mesafe de birbirinden enteresan, birbirinden gösterişli ve birbirinden acı meselelermiş. 
 
Anlatıcı olan Biz derdi anlattıktan sonra “Dert nedir?” diye sordu dinleyici olan Ben’e. Dinleyici Ben düşündü. Hangi cevap doğru olabilirdi ki dolu şey anlatmıştı anlatıcı olan Biz. Cevabı geciktirince dinleyici Ben, anlatıcı Biz ona yeni bir soru sormuş: “Bir derdin var mı?”. Olmama ihtimali var mı diye düşündü dinleyici Ben ama yine de üstat olan anlatıcı Biz’in karşısında sözlerini seçerek kullanmak istediğinden hemen cevap veremedi. 
 
Bu sorunun da cevabının gecikmesine sinirlenen anlatıcı Biz şiddetle “Peki sen kimsin?” dedi. Bu soru karşısında dinleyici Ben yine duraksadı fakat artık cevap vermesi gerektiğini gayet iyi biliyordu. Yoksa anlatıcı Biz’in huzurundan kovulmak üzereydi. “Ben…” dedi ve duraksadı… “Adım dinleyici Ben”. Bir anda hiddetlendi anlatıcı Biz. Çünkü “ben” kelimesi oraların lügatinde olamazdı. “Ben” demesi bile kayda değer bir derdinin olmadığının göstergesi değil miydi? “Ben” diyenin tek derdi kendi olabilirdi ancak. 
 
Elini sertçe önündeki masaya vurdu anlatıcı Biz. “Hiç olmadan, Biz olamazsın. Biz olmadan bu kapı sana ne kadar açık görünse de içerden heybene bir şey dolduramazsın. Sen git önce derdinde bir kaybol. Sonra o derdini sev, onunla barış. En sonunda buraya Bizden olmaya, Bizimle sohbet etmeye gel.” dedi.
 
Ne demekti şimdi bu? Hiç nasıl olunurdu? Bir dertte kaybolmak da ne demekti? İnsan bir derdi sever miydi ki? Dert değil miydi ki insanı gecelerce uykusuz bırakan, yemeden içmeden kesen? Nasıl ona muhabbet duyacaktı? Acaba dertlerinin içinden birisini seçip onu sevmesi mi gerekiyordu yoksa hepsini mi sevmeliydi? Of birini anlayamamıştı daha nasıl hepsini sevecek ki? En basit derdi seçse anlaşılır mıydı? 
 
Bütün bu sorular dinleyici olan Ben’in aklını kurcalamıştı. Belki de epeydir içerisinde hissettiği boşluk bir dertte kaybolmamış olmasındandı. İşte dinleyici Ben bunları düşünürken ve cevaplarını ararken belki aylar belki yıllar belki de yüzyıllar geçecekti. Dert denilen şey eliyle konmuş gibi bulunamadığına göre saklanmasını iyi biliyor olmalıydı. 
 
Ben hayatının geri kalanı Biz olmaya bağlı olduğunu nereden bilecekti ki. Eh işte, anlatıcı Biz kolay gelmemişti buralara. O yüzden ona üstat diyorlardı ya! Dert de çözülebilen ama soyut olan bir şey ya hani nereden bilecekti, nasıl anlayacaktı sevip sevmediğini? 
 
Görünmeyenler sevilebilir miydi? Doğru ya sevilebilirdi! Göz ne kadar görmese de gönül “O burada, o burada, o burada…” demiyor muydu? O zaman doğru bir dert onu doğrudan Biz’e ulaştıracaktı. O da böylece hakikati anlayabilecek ve Biz’deki sırra erebilecekti. 
 
İşte bu yüzden insanoğlu düşmeye mahkumdu. “Ben” dediği müddetçe hep daha sert düşecekti. Çünkü geleceği “Benciller” değil “Bizciler” kurtaracaktı. Bizler, bir gün gözlerimizi açtığımızda kendinden başkasını düşünmeyen kim varsa hepsinin gerçeği anlayıp olması gerekeni yapmasını umut ediyoruz.


GENÇ'ın Yazısı.