Can Ceylan

Tembellik, kimi insanlara göre hayatlarında bulunan bir sorun, kimi insanlara göre ise bir yaşam biçimidir. Tembel insanlar hayatlarında değişmesini istediği konular hakkında herhangi bir altyapısı olmayan insanlardır. Ama sanki uzun süredir bir konu üzerinde çalışıyorlarmış gibi kendi çaplarında büyük büyük değişimler yaşamak için çabalamaktadırlar. 
 
Hayatın her alanında asli unsurumuz dengedir. Dengeli olmadığımız zaman hayatımızı da planlı ve düzenli yaşayamayız. Yapmamız gereken sorumluluklarımızı belli bir plana ve düzene koyup yapmalıyız. Ancak bu şekilde hayat dengesini sağlayabiliriz. Hayatın bizden birçok beklentisi bulunmaktadır. Fakat bu beklentileri karşılayabilmek istiyorsak tembel olmayan insanlar ile iyi ilişkiler kurmalıyız. 
 
Tembellikten kurtulmak istiyorsak en başta anlamamız gereken şey tembelliğin bir hastalık olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Öyle bir hastalıktır ki insanı başka dertlere müptela etmektedir. Ancak planlı olabilirsek tembellikten kurtulabiliriz. Günlük, haftalık, aylık, yıllık ne yapacaksak her günümüz belli olmalıdır. İrademizi güçlendirmek adına farklı farklı adımlar atmamız gerekmektedir. Her birimizin türlü türlü zafiyetleri olabilir. Kimimizin uykuya karşı bir zafiyeti vardır, kimimizin başka şeylere zafiyeti vardır. Bu zafiyetler ne ise bunlara karşı irademizi ortaya koymamız gerekmektedir. Yoksa tembellik dediğimiz şey çok farklı boyutlara varabilir. 
 
Tembelhane yanıyor. Geçmişte de yanmıştı, günümüzde de yanmaktadır. Osmanlı Devleti zamanında bu durumun önemli bir örneğini görmekteyiz. Şöyle anlatılmaktadır; “Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ağırkanlılığı ve keyfine düşkünlüğü ile tanınan bir padişah bir gün danışmanına sorar: “Belli zamanlarda elimi kaldıracak halim olmuyor. Üzerimde bir kırıklık, bir ağırlık… Yataktan kalkmak istemiyorum. Bu ne haldir, hastalıktan mıdır, tembellikten midir?” demiştir. Tabi koskoca padişaha tembelsin demek mümkün olmayacağı için padişahın danışmanı: “Hünkârım bu Allah tarafından yaradılışla oluşan bir haldir, telaşa mahal yoktur.” demiştir. Hatta daha da ileri giderek: “Tebaanızdan birçok kulunuzda bu hal mevcuttur.” deyince padişah: “Öyleyse biz ne duruyoruz? Devlet bu kullara sahip çıksın.” diye emretmiştir. Derhal bir “Tembelhane-i Hümayun” kurulmuştur. Devlet, yaradılışından tembel mizaçlı olan vatandaşlar başvursunlar, kayıt olsunlar, biz onlara bakacağız diye bir duyuru yapılmıştır. 
 
Tembel tebaanın istediği zaten bir lokma yemek, bir parça hırka, devlet onlara bir de yorgan döşek, baklava börek ikram edince kim tutar onları? Saraya bir başvuru olur ki, altından kalkılacak gibi değildir. Kaydını yaptıran, yatağını yorganını saraydan alan çorbayı tatlıyı saraydan içmekle kalmaz, bir de üstüne kahve, yanına da tütün ister. Padişahın başveziri durumun kötüye, hazinenin de tükenmeye doğru gittiğini görünce padişaha başvurur. “Hünkârım bunların ne kadarı gerçekten yaradılıştan tembeldir, ne kadarı sahtekâr anlamamız lazım.” demiştir. Ve şöyle bir teklifte bulunur: “Biz tembelhanenin bir köşesinde ufak bir yangın çıkaralım. Tembelhane yanıyor, kaçışın diye bağıralım. Yerinden ilk defa fırlayıp, kalkıp koşanları tembelhaneden çıkaralım. En son kalan ağırkanlıları da gerçek tembel olarak kesin kayıt yapalım, sadece onlara bakalım.” demiştir. Baş vezirin bu teklifi padişahın hoşuna gider ve uygulamaya geçilmesini ister. 
 
Tembelhaneye “Allah çarpsın elimi kaldıramıyorum, adım atamıyorum, belimi doğrultamıyorum.” diyerek kayıt olanlar, devletten yiyenler, içenler daha ilk duman kokusu geldiğinde birbirlerini ezerek dörtnala kaçışırlar. Bu şekilde neredeyse tembelhane boşalır. Saray görevlileri bakarlar ki ne görsünler! Sadece bir tembel adam oturduğu yerden hiç kımıldamamıştır. Bulunduğu yerden ateşi seyretmektedir ve eliyle işaret etmektedir. Ateş adama doğru iyice yaklaştıkça saray görevlileri adamın kaçıp gideceğini düşünmüşlerdir ama tembel adam hâlâ ateşe bakıp, eliyle işaret edip: “Hele gelsün, hele gelsün!” diyor ama hiç yerinden de kımıldamamaktadır. 
 
Ateş tabi söz dinler mi? İyice yanına yanaşıp alevler tembele vurunca, tembel artık dumandan görülmez olunca, hemen saray görevlileri son dakika da koltuğuna girip adamı olduğu yerden kaldırmışlardır. Adamda kendisini kaldıranlara karşı bir şiddetleniyor, bir celalleniyor. “Niye kaldurdunuz, niye beklemedünüz?” diye görevlilere bağırıyor. Görevliler adama diyor ki: “Niye bekleyelim, kaldırmasaydık biraz sonra zaten yanacaktın.” dediklerinde ise adam şöyle bir cevap veriyor: “Bir adım sonra ateş yanımıza ulaştığında hazır ettiğimiz tütünümüzü yakacaktık, ondan sonra kaldırırdınız.” demiştir. Yani adam tütünümü yaktıktan sonra da ben kalkmazdım, yine siz beni kaldırırdınız diyor. Padişah bu tütününü yakmak için yangın bekleyen kişiyi “Has Tembel Kulu” olarak ilan ediyor ve kendisine ömür boyunca bakılmasını emrediyor. Bu adama “Tembel Ağa” unvanını veriyor. Daha “Tembelhane Yanıyor!” lafını duyar duymaz ateşi görmeden, dumanın kokusundan kaçışanları da sarayın dışına attırıyor.”
 
Yukarıda anlattığım hikaye geçmişten günümüze kadar gelmiş olan bir olaydır. Bizler dünü, bugünü ve yarını iyi yaşayabilmek için bazı şeylere katlanmamız gerekmektedir. İnsanlık olarak daha dinamik olabilmek, tembellikten kurtulabilmek, olgun insan olabilmek ümidiyle…


GENÇ'ın Yazısı.