Sevgiyle Açılan Kollar Yorulmaz
Site Özel
2089 okunma
Rümeysa Berire Önlem
“Elimde sihirli bir değnek olsaydı eğer, en çok şiddet gören kadınların hayatını değiştirmek isterdim...’’ dedi hikayesini isminden önce öğrendiğim on dört yaşındaki Sena.
“Biliyor musun abla, artık insanların sevgisine hiç güvenmiyorum. Herkes birbirine ‘seni seviyorum’ diyor ama kimsede icraat yok. Kimse sevgisini gösterme zahmetine katlanmıyor. Babam bile!’’
Tanımadığın birine hayat hikayeni anlatacak kadar ne yaşadın güzel kızım diye iç geçirdim, başımla onu onaylayarak yorum yapmadan sadece onu dinledim.
“Annem mesela bana hiç nasılsın diye sormaz, sence nasıl olduğumu merak etmiyor mu? Okuldan gelince hoş geldin demiyor, saçlarımı iki kulak yapmıyor, beni dizinde uyutmuyor. Sevmek böyle bir şey mi abla? Eğer böyle bir şeyse kimse beni sevmesin...’’
O zaman anladım yaşın değil, yaşamanın insana öğrettiği şeyleri. Rakamlar yaşadığımız acıların önüne geçemiyordu. Sadece rakamdı işte. Büyük ya da küçük ne fark ederdi ki? Acının yaşı olur muydu?
’’Sana sevginin tanımını yapmadan önce bana ismini söyleyebilir misin küçüğüm?’’ dedim tebessüm ederek;
“Bana hiç kimse küçüğüm dememişti. İsmim Sena.’’ Başını okşadım, gözlerini kapamasıyla hissettim sevgiye olan ihtiyacını.
’’Sena, sence sevgi ne demek?’’
“Karşımızdaki insana değer vermek, anlayış göstermek ve ona yalnız olmadığını hissettirmek. Hayal kurmak, çabalamak. Mesela ben okul harçlıklarımı hiç harcamıyorum abla. Zaten yemek yemeyi pek sevmiyorum. Onları biriktirip sokakta yaşayan hayvanlar için mama alıyorum. Bu onları sevdiğim anlamına geliyor. Onlardan korkmuyorum, onları seviyorum. Onlarda beni seviyor.’’ Ne kadar salt, temiz, masum ve net bir sevgi tanımı diye düşündüm içimden. Okuduğum kitaplar on dört yaşındaki çocuğun duygularının yanında anlamını yitirdi.
“Sena, hiç hayal kurdun mu?’’ dedim yanına biraz yaklaşıp, göz teması kurmaya özen göstererek. İnsanları ve çocukları hayallerinden tanımaya başlamayı seviyordum. Gerçekler kadar olmasa da, hayaller de güven veriyordu çoğu zaman insana.
“Her gün hayal kuruyorum. Ve hayal kurarken Allah’tan mutlu bir hayat istiyorum. Onunla hayal kurarak konuşuyorum. Ama bazen cevap alamıyorum, cevap alamadığım zamanlarda çok üzülüyorum’’
Hayal kurarken Allah’ı kendine yoldaş eden ve ona teslim olan bir çocuğa belki de ilk defa şahit oluyordum. Şaşırmıştım, ne diyeceğimi bilmiyordum. Çocukların dünyasını düşünüyordum ve onlara çocuk demekle ne kadar büyük bir haksızlık yaptığımızı. Her şeyi farkında olduklarını, farkında olmadığı şeyleri hissettiklerini…
“Neden cevap alamadığını düşünüyorsun?’’ diye sordum, vereceği cevabı benim için çok önemliydi. Yaptığımız konuşmanın etik olup, olmadığını umursamıyor sadece onun dünyasını anlamaya çalışıyordum. Sena önce omuz silkti, uzun bir süre sessiz kaldı. Gözleri dolmuştu, elleriyle önce gözlerini ovuşturdu. Uzattığım peçeteyi aldı. Bir yandan gözyaşlarını siliyor, öte yandan buruk bir ifadeyle yüzüme bakıyordu.
“Çünkü üzülüyorum abla, çok üzülüyorum.’’
Birden akmaya başladı gözlerindeki yaşlar. Ne yapmam gerektiğini kestiremedim. Sarılmak geldi içimden, ama tanımadığım birine sarılmam ne kadar doğru olurdu, onu incitir veya korkutur muydum? Ne hissederdi, rahatsız olur muydu bilemedim. Bir yandan içimden kocaman sarılmak geliyordu Sena’ya, öte yandan saçlarını okşamak. On dört yaşındaki çocuk en fazla neye üzülebilir ki diye düşünüyordum. Neden bu kadar acılı olabilir, onu üzen ne olabilir. Sevgiyle ilgili bir sorun olduğunu anlayabiliyordum ama sorunun asıl sebebini anlamam için daha fazla sohbet etmem gerekiyordu. Üstelik aramızda hiçbir bağ yoktu. Ondan yaşadığı şeyleri anlatmasını isteyemezdim. Hatırladıkları, acıtabilirdi. İnsanı en çok hatırladıkları ve hatırlayamadıkları üzebilirdi bunu yaşarken öğrenmiştim.
Bir müddet sonra suskunluğunun çok şey anlattığını fark etmeye başladım. Sena’nın sessizliğini dinledim. ‘’Yalnızım’’ diyordu, ‘’çok yalnızım...’’
“Sena birinin seni sevdiğini nasıl anlarsın?’’ Diye sordum. Vereceği cevap sevgiye ve onu nasıl hissetmek istediğine dair ipucu niteliğindeydi. Yaşanmışlıkları ve yaşanamamışlıkları…
“Bana sinirlendiğinde nasıl davrandığına bakarım. Eğer karşımdaki insanı üzecek ve incitecek bir şey yapmışsam buna rağmen kendini frenlemişse o kişi beni gerçekten seviyordur. Çünkü sevgi zarar vermez, iyileştirir.’’
Üniversite yıllarımda, Erich Fromm’un okuduğum “Sevme Sanatı” adlı kitabını hatırladım. Buruk bir hüzün sarmıştı her yanımı. Erich Fromm burada olsaydı eğer, Sena’ya ne söylerdi, ben ne söylemeliydim? Aslında sevgi ve ona dair pek çok şey konuşabilirdim, ama konuşmak değil dinlemek istiyordum. Çünkü Sena’nın anlaşılmaya ihtiyacı vardı. Onu bir cümleyle tanımlamak isteseydim;’’ çığlık çığlığaydı ve herkes ona sağırdı...’’ demek isterdim.
‘’Sevgi zarar vermez, iyileştirir’’ tespiti çok hoşuma gitmişti, karşımda on dört yaşındaki bir çocuktan daha fazlası olduğuna artık emindim. Asıl soruna odaklanıp cümlelerinden yaşanmışlıklarına dair olan ihtimalleri inceledim. İhmalkar bir ailesi olabileceği kanısına vardım. Sevgi ve ilgiye ihtiyacı vardı. Kurduğu her cümle içindeki boşluğun yansıması gibiydi. Verdiği cevaba istinaden bir şey demeye kalmadan ayağa kalktı. Derin derin nefes aldı.
“Sana güvenebilir miyim abla?’’ diye sordu. Güçlü olmam gereken bir durumun içerisinde olmasaydım şayet ona sarılıp sadece ağlamak isterdim. “Seni seviyorum çocuk’’ demek isterdim. Muhtemelen bana ilk defa gördüğün birine seni seviyorum denir mi diye serzenişte bulunurdu. Ben de ona sevgiye olan bakış açımı anlatırdım ama yapmadım aslında yapamadım... Güçlü olmak zorundaydım ve onu güçlü kılmak için elimden geleni yapmalıydım. Aklımda bir sürü soru işareti ve düşünceler eşliğinde ondan gözlerimi ayırmıyordum. Bana güvenebilirsin demek yerine kafamı salladım. “Mutlu olduğumda kıyametin kopacağını düşünüyorum. Kendimi doksan küsür yaşında hissediyorum. Babam ve annem var ama yok gibiler. Anneme kızamıyorum, inciniyorum ama babamdan nefret ediyorum. Ben hep kendi kendime kaldım abla, ben hep kendimle kaldım. Sevilsem bir türlü, sevilmesem bir türlü… Bende yetim sayılır mıyım abla? Resulullah ile aynı kaderi yaşar mıyım? Yetimlik kaderini. Zaten babam var ama yok. Keşke ona sarılabilseydim. Ben artık anlaşılmak istiyorum. Görünmek istiyorum. Yokluğum fark edilsin istiyorum…’’
Hayatımda hiç bu kadar gözyaşlarımı tutmak için kendimi sıktığımı hatırlamıyorum. Yaşadığı imtihanlar için değil, yalnız olduğu için. Yalnızlığı bu kadar küçük yaşta benimsediği için, en çok ihtiyacı olduğu bir dönemde ailesinden sevgi hissedemediği için.
Ayağa kalkıp ellerinden tuttum. Ona yaşadığım zorlukların üstesinden nasıl geldiğimi anlatmaya çalıştım. Kendimi yalnız hissettiğim zaman neler yapmaya çalıştığımı. Onu teselli etmeye çalışmıyordum. Sadece yalnız olmadığını hissetmesini istiyordum. Hayatın gerçekleriyle demlenirken gözyaşlarımı tutmuyor, tutamıyordum. Acı, haktı. Bunu biliyordum, kabullenmiştim. Ama onun kabullenmesini henüz istemiyordum. Gelişi güzel ayetler yazıp katladığım ve sonra karıştırıp kutuya koyduğum paketi çantamdan çıkardım. Yanımda bu ayetleri taşıma alışkanlığım uzun süredir vardı. İyi hissetmediğim veya iyi hissetmeyen insanları gördüğüm zaman açıyordum. Sena’dan da paketi açıp, kağıtlardan bir tane seçmesini istedim.
“Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.’’ ayeti çıkmıştı. Allah’ın onunla beraber olduğunu söylemeye çalıştım. Uzun uzun hayata, ona ve geleceğine dair sohbet ettik. Sonra ebeveynler arası iletişim ve ilişki konularını düşünmeye başladım. Ebeveyn ilişkilerinin çocuklar üzerindeki etkisi yadsınamaz bir gerçekti. Bu gerçekle her ebeveynin yüzleşmesi gerekiyordu. Farkında olmadan ne kadar çok yaralıyorduk çocukları. Her anne baba muhakkak çocuklarını severdi ama herkesin sevgisini gösterme şekli farklıydı. Kimi çocuklar sevildiğini sarılarak hissetmek istiyordu. Kimileri başının okşanmasıyla. Mesafeyi seven çocuklarda vardı elbette ki ama pek çoğunun temasa karşı ilgisi kaçınılmaz bir gerçekti. Çocukların dünyası yetişkinlerin dünyasından çok farklıydı. Onlar, duyguların hissettirilmesini önemsiyordu; daha manevi bir dünyayı. Metadan, rakamlardan, renklerden uzak bir dünya...
Sena’nın hikayesinin sonunun güçlü, mutlu ve umutlu biteceğinden zerre şüphe duymuyordum. Çünkü içindeki boşluğu kiminle doldurması gerektiğini iyi biliyordu. Güçlü görünmüyordu, güçlüydü. Yeryüzündeki tüm acıların birbirine benzediğini düşünmeye başlamıştım Sena’nın yüzünü incelerken. Matematiksel bir formül gibiydi; ‘’ne kadar acı, o kadar gözyaşı...’’
“Sena, sence insanın büyüdükçe mi artıyor dertleri yoksa büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri?’’ dedim. Bilmiyorum ki der gibi bakıyordu gözleri. Yanıma geldi, ellerimi tuttu ve ayağa kalkmamı işaret etti. Ayağa kalkınca sımsıkı sarıldı.
“Biliyor musun Sena” dedim ona, “Ben sevgiyle açılan kolların yorulduğuna hiç şahit olmadım, hem de hiç...’’
GENÇ'ın Yazısı.