Nurcan Tanyeli
Haftanın günleri zamanı kovalarken siz, her gün tam öğleden sonra saat 3`te Galata`nın hemen karşısındaki, İstanbul`un en tenha ara sokağının kaldırımında oturursanız birkaç dakikaya kalmaz limonata satan bir adam görürsünüz. Petrol rengi biraz eskimiş bir pantolon, üzerinde eskiden siyah olduğunu düşündüğüm ama şu an gri gözüken ve düğmeleri hâlâ siyah olan bir gömlek ile parlaklığını kaybetmiş, eski bir rugan ayakkabı giymiş bir adam gözünüze çarpar. Tekerlekli tezgahında buzlu, yeni yapılmış taze limonata satmaktadır.
 
Bu abinin Beyoğlu`nun her sokağına gittiğini duymuştum daha önce ama ben hep şuna inandım, hiçbir sokakta bir sokakta kaldığı kadar kalmıyor. Beyoğlu`nun en ıssız, en sessiz ve en huzurlu sokağında günün geri kalanını Fransız mimarisiyle inşa edilmiş müstakil bir evin hemen karşısında geçiriyor. Gözlerini o evden, sadece limonata almaya gelen çocuklar ve genç kızlara sopsoğuk limonatadan vermek için ayırıyor. Gözlerinde derin bir duygu ve dudaklarında keskin, hüzün dolu bir tebessümle izliyor o evin en üst penceresini.
 
Ben orada yaşamıyorum ama daha önce Beyoğlu`nu ziyarete gittiğimde saçları ağarmaya yüz tutmuş olan bu abiyi her sokakta gördüğümü hatırlıyorum. Hangi sokağa gitsem onunla karşılaşıyordum. Hatta orada harika sarmaşıklarla süslü bir evin olduğunu bildiğim bir sokağa girdiğimde o da ters yönden sokağa girmişti ve bir anlığına kafasını kaldırıp gözüme baktığında o iki saniye içerisinde gözlerinin içinde sakladığı umut ve hüzün kırıntıları yüreğime bir ok gibi saplanmıştı. Bir insan bu kadar mı kederli olur, bu kadar mı barındırır umudu içinde?
 
Beni merak içinde bırakan bu halinden ötürü onu takip etme kararı aldım. En azından kalbinde sakladığı ve gözlerinde yansıma yapan bu duyguların izahını onun dilinden duyma olasılığına da sahip olmuş olurum diyerek arkasından ilerledim. Bulunduğumuz sokağın sonunda yeni sokağa açılan yerden dönüp orada yaşayanlar ve turistler dışında insanların çok uğramadığı, uğrasa da birkaç saniyede yol alıp gittikleri o sokağa girdik. 4 blok sonra Fransız mimari evin tam önündeydi. Durdu, tezgahını oraya sabitleyip katlanır sandalyesini çıkardı ve oturdu. Gözleri karşıda, elleri kucağında öylece beklemeye başladı.
 
Hatırlıyorum, tam üç saat boyunca yani saat altıyı vurana kadar o, yerinden kımıldamadan bekledi orada. Ben de bekledim. Gidip neden beklediğini sorabilecekken sormadım ve onunla beraber o pencereye bakıp bekledim. Tuhaf, öyle tuhaf bir durumdu ki adamın içindeki umut ve kederi içimde hissettim. Saatin altıyı vurmasına bir dakika kalana kadar bile hep umutla bekledik. Beklenen kişi o pencereden çıkacak ve Galata`nın limonata abisine el sallayacaktı, Limonata Abi de ona karşılık verecekti. Sonra o kişi aşağıya inip onunla beraber limonata içecekti. Bu ânı beklediğini görebiliyordum. Hatta öyle ki o, boş pencereye el sallayıp açılmayacağını bildiği kapıya baktığında hikayenin bir kısmını böylece anlamıştım. Sonra sanki yanında biri varmış gibi gülümseyerek yeni doldurduğu bardağı karşıya uzattı. O kişinin gerçek olduğunu ve bardağı aldığını düşünerek bardağı bıraktı, haliyle bardak yere düştü ve tam o anda saat altıyı vurdu. Kolumdaki saatten gelen o küçük, tiz ses kulaklarımda yankılanırken bardağın düşüşüyle gerçeğe dönen abi de yüzünde yer edinmek için didinen tebessümü yere atarak hüznüyle beraber o sokaktan çıktı.
 
Arkasından gitmedim. Omzu öylesine düşmüştü ki ânın verdiği kederle o kaldırıma bu sefer ben oturdum ve saatin altıyı vururkenki hainliği ile baş etmeye çalışırken gözyaşlarımın akmasına izin verdim. Şimdi öyle iyi anlıyorum ki hüzün ve umudun dostluğunu. Meğer iki çift göze ne kadar da yakışıyorlarmış.
 
O günden sonra kimseyi bekletmemeye çalıştım. Eğer o ân onunla buluşamayacaksam birkaç gün önceden söylüyorum ve böylece kimse mağdur olmuyor. En azından yüreklerindeki hayal kırıklığının gözlerinde perdelenmesinin sebebi olmamaya çabalıyorum.


GENÇ'ın Yazısı.