Aliye Nur Arapoğlu

Bu yazıda Şule Gürbüz’ün Öyle Miymiş kitabı ve kitabın bana tesiri üzerine konuşmak istiyorum. Kitap; Cennet Varken Cinnet Olabilir Mi?, Hayır Demeden İtiraz?, Öyle Miymiş? ve Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum olmak üzere dört bölümden oluşuyor. Kitabın ilk bölümünde yazar çok katmanlı, dağınık, yer yer örtülü anlatımlar, çoğunlukla sorgulayıcı, okuyucuya zaman zaman sorular sorarak iç dünyasına yönlendirecek tarzda bir uslup kullanmış. Kitabın genelinde bir kurgu ya da konu bütünlüğü olmadığından dolayı hiçbir bölüm birbiri ile doğrudan bağlantılı diyemeyiz fakat bir o kadar birbirinden bağımsız olduğu da söylenemez. 
 
İçerisinde bir olay örgüsü olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz kitabın ikinci bölümünde yazar kendi çocukluk yıllarını, okuma serüvenini, hayat ile tanışıklığını ele almakla birlikte iç dünyasını nasıl keşfettiğini okuyucu ile paylaşıyor. Doğrudan kendisinden bahsettiğine dair güçlü ipuçları olsa da okura yer yer “Yazar tam olarak burada kimden bahsediyor?” sorgulamasını yaptırıyor. Bu bölümde çocukluğunda okuduğu Gizli Yediler Tor Kalesi’nde, Çocukluğumuz, Ezilenler, Goriot Baba, Parma Manastırı, Çocuk Kalbi, Savaş ve Barış kitapları ile paralel giden, büyüyen ve değişen iç dünyasını bu kitaplarla harmanlayarak ve birleştirerek okuyucuya sunuyor. Kitap okumaya başlamasıyla çekildiği gerçek dünyanın onun gözünden sunumunu, diğer yandan değişmekte olan bir ruhun yansımalarını okuyucu net bir şekilde görmüş oluyor. Yazar değişen iç dünyasına her ne kadar kendi alışmışsa da öncesinde hayta olan bir çocuğun nasıl bir anda soba önlerinde kitap okuyan bir kediye dönüşmüş olduğuna çevresindekilerin alışmamış olmasını, bu nedenle “Sana ne oldu?” sorularından kaçınmak için tüm zamanını onların soru sormayacağı bir hale bürünmekle harcadığını ifade ediyor.  
 
Yazarın kitabın üçüncü bölümünde genel olarak din konusunu ele aldığı söylenebilir. Hristiyanlıktan, Batı felsefesinden, Tolstoy’dan, ilahiyatçılardan, kiliselerden tutun da Allah’tan, Müslümanlıktan, peygamberlerden ve Hz. Eyüp’ten bahsetmiş; sık sık okurun kafa karışıklığı yaşamasına sebebiyet vermiş bu bölümde. Yazarın hangi dine mensup olduğunun anlaşılamadığı, yer yer dinin eleştirildiği belki de insanlar tarafından yorumlanan ve kullanılmakta olan dinin kullanılıyor oluşunu eleştirdiği ve hakikat arayışının konu alındığı, geleneğe ve kültüre eleştirilere yer verildiği; zaman zaman okuyucuya seslenip zaman zaman ise bu konuşmaların monoloğa dönüştüğü söylenebilir. 
 
Yazar kitabın son bölümünde biraz ilk bölümdeki bir üslupla biraz da üçüncü bölümde ele aldığı konulara değinerek okuyucunun kafasını toplamasına ve kitabın sonlanmasına imkan vermiş. Kendi hayat tanımlamasını yaptığı, dert halini sorguladığı, insan kimliğine dair tanımlamalar ve sorgulamalar yaptığı bu bölümde Gürbüz’ün yine dağınık anlatımdan yana olduğunu, zihnindekileri filtresiz kağıda döktüğünü, zihinsel dünyasına hatta düşsel ve düşünsel dünyasına okuyucunun bodaslama daldığını görüyoruz.
 
Şule Gürbüz’ün kitabının hangi türe girdiği konusunda kafa karışıklığı yaşandığını, kaygısız bir anlatıma sahip olduğunu söylemek mümkün. Bu kaygısız anlatım okuyucuyu okumaya zaman zaman zorlasa da bu zorlanmanın bütünüyle okumakla ilgili bir mesele olmadığını, belki de ruhsal bir mesele olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yazarın dünyasına bir kitap ile biranda, destursuz giriyor oluşumuz ve aynı zamanda yazarın bizim dünyamıza hiçbir uyarı vermeden destursuz giriyor oluşu gariptir. 
 
Şule Gürbüz’ün bu kitabından sonra edebiyat dünyası hafifçe sallanmış, okurlar ve eleştirmenler kendi içlerinde iki kutba ayrılmıştır. Okuyup beğenenler, beğenmeyenler olmuştur. Bu eleştirilerin en sertini Ahmet Ergenç yapmış ve konuyu daha yüksek perdeye taşımış.
 
Ahmet Ergenç “Şule Gürbüz Bizim Neyimiz Olur?” adlı yazısında yazarı bir düşünce-edebiyatçısı olarak tanımlamış, büyük modernizmde takılıp kaldığını ve olaysız ve kurgusuz olan bir metnin edebiyat  olup olmadığına dair eleştirilerini ifade ederek yazarın metnini gerilim, ironi ya da diyalektik bir ilerlemeye sahip olmamakla suçlamış. Metnin metafizik bir tıkanıklıktan ibaret olduğunu, yazarın kitap boyunca vaaz verdiğini ve coşkusuz bir anlatıma sahip olduğu konusunda eleştiriyor.
 
Şahsi bir dünya miti kurarak kitaba başladığı, hakim düşüncenin tasavvuf ve teolojiden beslendiği ve “şeylerin özünü arayıp bulamayan” peşinen mağlup bir düşünce olduğu konusunda Ergenç tarafından eleştirilen kitabın savunması Mehmet Çelik’in “Şule Gürbüz Bizim Her Şeyimizdir!” yazısında yapılıyor.
 
Son olarak kitabın bana kattıklarını gelirsek; bu kitabı iki kez okuduğumu ve daha fazla okumak istediğimi söyleyebilirim. Bence kitabın her cümlesi tekrar okunacak potansiyelde yazılmış, benim için vurucu ve derinlikli bir içsel yolculuğun kapılarını aralamama imkan verecek sorgulayıcı  cümlelerle donatılmış. İnsana ve hayata dair yaptığı tanımlamalar kendi tanımlamalarımı oluşturmama imkan verdi diyebilirim.
 
Bu kitabı okuduktan sonra yaşamanın bizzat kendi özündeki varoluşu fark ettim. Yazarın çocukluğundaki dünya ile olan kopuk ama görünürün arkasındaki sıkı bağı benim görüntülere olan farkındalığımı arttırdı. Ağzıma attığım çilek, çiçeğe uzanan kolum, dalan gözüm bi yazarın kendini açmasıyla filme alındı. Sanki uzuvlarımı ve işlevlerini yeni fark etmiş gibi, kendimin henüz fark etmediği bir benle tanıştım. Hiddetimin uyarmasıyla masaya vurmaya ihtiyaç duyan elimin aynı ihtiyaçtan gökyüzüne uzandığını, insanın uçlarının  biraradalığını fark ettim. Zihnimde asılı kalan bazı şeyler tanımlanabilir oldu, bazı hislerin çok kaçınılmaz olmasına gerek olmadığını anladım. İnsan dediğimiz çok uzun bir hikaye imiş, Adem ile Havva’nın  hikayesi ile başlattığım  varoluşum başka acılar içinde parçalanıp kendine yeni varoluşlar yaratıyormuş, geçmiş çok önemli değilmiş ama çok da önemliymiş. Anladım içimdeki her sıkıntı sabra dönüşecekmiş,  İçimdeki sıkıntıyı aldım, evire çevire dövdüm  bazen, bazen de aldım, pamuklara sardım. Gürbüz’ün dünyasının katmanları üzerinde yürümek kendi katmanlarımı keşfetmeme yardımcı oldu.
 
Kuru kayısıya bakınca kuru kayısıdır, deyip geçemez oldum. Elime kuru kayısı alsam, avucumun içi toprakla doldu, tohumu atıldı, sulandı, büyüdü. Dalından koparıldı, toplandı örme sepetlerde. Emekçinin öğle arasında yediği yemeğe de şahit oldum, dalından  yere düşen ezik kaysıyı bir çocuğun ağzına çarçabuk atışına da. Güneşte kurutulduktan  sonra elime alıp bunları düşündüğümü de gördüm. Sonra attım ağzıma kuru kaysıyı. Yaşamak biraz böyle bir şeymiş, kendi içindeyken dışında olmak. Belki dışarıda kalmak uzun süre belki içeride kalmak. 
 
Hayatın sesleri benim için daha duyulur oldu; gazoz kapağının şişeden ayrılırken çıkardığı ses, metronun çıkardığı mekanik ses, kapının gıcırtısı, pencerenin cereyandan dolayı çarparken çıkardığı tok ses, adımlarımızın sesi, sessizliğimizin sesi, bir başkasının sesi hatta kendimizin iç sesi. Yazar konuştukça daha fazla görmeye ve daha fazla duymaya başladım.
 
Neden ağlıyoruz, neden acı varlı zamanlarımın  sorgulaması kendini yaşamakla örülü olmanın mecburiyetine bıraktı. Her sorunun kendi içindeki cevabını keşfetmeye başladım.
 
Hayatı kabul ettim. Yaşam, dedim gelir geçer. İnsandır; doğar, ölür. Çiçektir; açar, solar. Belki çok mutlu olunur, belki çok mutsuz. Her şey bir şeyden  ibaret değildir ve tüm şeyler insana dairdir. Ağlayan insanı teselli etmeyi bıraktım. Hatta gel burada ağla deyip o anı çerçeveledim. Sonra astım bir köşeye. Çerçeveli anlardan örülü hayatlar yaşadığımızı da o zaman daha çok fark ettim. 
 
İnsandır, narin bir çiçektir diye düşündüm. Yeşil ince bir dalı, belki açacak bir yüzü vardır. Çok sıkı tutmaya gelmez, kırılır. Ama hiç tutmazsan yine kırılır.
 
Şule Gürbüz; bana bu kitabında yaşamayı öğretti desem belki biraz abartılı olur ama çok değil. Sorgulamarıyla iç dünyamın kapılarının aralanmasına imkan verdi ve anlamlandırma çabalarım daha kolay oldu. Kainattan,özellikle kuşlardan ve çiçeklerden öğreneceğim çok şey varmış. Bir şeye olduğu haliyle bakmak insana çok şey katarmış…


GENÇ'ın Yazısı.