Ayşe Nur Duman

Hz. Adem cennette yaşıyormuş, bir olay onu ve hanımını dünyaya düşürmüş. Onlarla başlamış insanoğlunun dünya yolculuğu. Cennetten dünyaya gönderilen insanoğlu şimdi dünyadan cennete varmak için çabalıyor. Hz. Adem’den sonra Habil ve Kabil’le kurulmaya devam etmiş düzen. Habil mutedil olmanın, Kabil ifrata kaçmanın ya da tam tersi tefritin örneği olup çıkmış karşımıza.. Kabil cimrilik etmiş tefrit boyutunda ve Allah’a sunduğu kurbanı kabul edilmemiş. Hatta ifrata kaçmış kıskançlığında ve kardeşinin katili olup kötülüğe gedik açmış dünyada. Sanki böyle başlamış insanoğlunun ifrat tefrit terazisini dengede tutma imtihanı.. 

Nice kavimler gelmiş geçmiş, nicesi helak olmuş, nicesi imtihan edilmiş. Hepsine bir elçi, hepsine bir uyarıcı gönderilmiş. Kimisi haddi aşmış sorulara dalıp, kimisi elçilerine karşı gelmiş ve hatta ileri gidip saldırıp katletmiş. İfrata kaçan da tefrite varan da Kur’an’ı Kerim’den öğreniyoruz ki hep kaybetmiş.
 
Hani güzeller güzeli Peygamber Efendimiz Hz. Ömer’den rivayetle şöyle buyuruyor; “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi, beni aşırı övmeyin! Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana Allah’ın kulu ve Resulü deyin..’’ (Buhari, Enbiya, 48) Efendimiz’in bu sözünü yaşayarak bize kandil olduğu bir siyer-i nebi var karşımızda. Hep dinimizin ve kitabımızın öğütlediği gibi.
 
Müslüman ifrat ve tefrit arasındaki dengeyi hayatının her alanında kurabilen ve bu dengeyi koruyabilen olmalıdır. Çünkü böyle yapmazsa dünyada ve cennete götürecek yollarda yaptığı aşırılıklar ve noksanlıklar alır Müslümanı ve bambaşka yollara savurur.
 
Dinimizde, ibadetlerin içerisinde hep ahenkli bir denge ve orta yol vardır. Yormayan ama yoksunda bırakmayan... Mesela gün boyu namaz kılmak değil, sadece beş vakit namaz kılmak; koca bir yıl değil sadece Ramazan ayında orucun farz olması; malın tamamını hatta yarısını bile değil sadece belli bir miktarını zekat olarak vermek; her yıl hac değil gücü yetene ömürde bir defa haccın farz oluşu gibi. Zira diğer türlü olsaydı insanoğlu ne takat yetirebilir ne de hem dünyada yaşamayı hem de ahirete hazırlanmayı başarabilirdi...
 
İnsanın fıtratında yok esasen aşırılıklar. Bir insan bir konuda mutedillik terazisinde, ifrat yada tefrit kefelerine fazla yüklenirse kantarın topuzu kaçar. Bu durum insanı hem dünyevi hem uhrevi hasara uğratır. Her işte bu teraziyle yaşamalı insan. Fiziki, ruhi, dünyevi ve uhrevi her türlü meselede… Çünkü bugün insanlarda tezahür eden bir çok sorunun esas temeli kantarın topuzunu kaçırmış olmaktır. 
 
Bir müslüman olarak çok utanıyorum, çok geç kaldım ama öğrendim artık insanoğlunda zuhur eden tüm arızaların sebebini. Mutedil olmak gerektiğini, kantarın topuzunun mutedillik olduğunu annelikten öğrendim. Annelikle öğrendim ifratın da tefritin de fıtrata yakışmadığını ve fıtrattan olmadığını. Misal bir anne evladı doğduğunda ve onu büyütürken sanki tek görevi annelikmiş ve tek dünyası evladıymış gibi ifrata kaçarsa annelik nimeti bambaşka bir hale dönüşür. Anneyim diye hele kulluğu aksatır, eşliği, kardeşliği, evlatlığı pas geçerse hem ruhi hem fiziki yıpranır, tükenir. Kayıp gider ayaklarının altındaki cenneti. Peki bir anne tefrit boyutunda yoksun bırakırsa kendini annelikten ve evladını annesinden. Yine kaçırmış kantarın topuzunu... Kendinden ve evladından yaratılışlarındaki bütün ahengi almış olur. Fıtratındaki tüm güzellikleri yitirir ve en kötüsü yittirir. Ve gelecek nesil kayıp gider ellerimizden Allah muhafaza.
 
Alemlere rahmet Efendimiz’i bile severken ve överken ifrata kaçmamamız gerekiyorsa dünyadaki hangi görev, hangi sıfat, hangi insan ya da hangi varlık için değer kantarın topuzunu kaçırmaya?
 
Annelikle tefekkürüne daldığım mutedil olma ya da mutedil olma yolunda çabalamak niyetini; hayatımızın her bir alanında, her bir adımında da şiâr edinmeli..
 
Ne ifrata kaçmalı, ne tefrite varmalı...
 
Kurtuluş mutedil olmakta...! 


GENÇ'ın Yazısı.