Esra Şahin

Çocukluğuma, maviye ve yeşile, umuda dair her şeye...

Ellerimizin daha küçük, mutluluklarımızın daha büyük olduğu zamanlar çocukluk yıllarımız. Koşup koşup terlediğimiz ama asla yüzümüzü yakan güneşten mızmızlanmadığımız, hep daha hızlı koşmaya çalıştığımız zamanlar çocukluk yıllarımız. Açlığımızı susuzluğumuzu oynadığımız oyunla bastırıp kendimize bahçelerdeki yemyeşil üzüm bağlarının yapraklarından içine toprak katarak eğri büğrü yaptığımız sarmalar çocukluğumuz. Yakalamaca oynarken düşüp dizlerimiz kanasa da yakalanmamak uğruna, acıyan dizimizle değil de ebe olmamakla uğraştığımız yıllar çocukluğumuz. Evlerde oynanan saklambaçlara gelince belki de saklanacak yaratıcı bir yer bulma adına ilk beyin fırtınası gerçekleştirdiğimiz vakitler onlar.
 
Sonra büyümek ve geçen yıllarla birlikte saklanacağımız oyunların yerini bizi zorlayan başka şeylere bırakması. Üstelik bunlardan sıkıldığımızda “Banane ben oynamıyorum" diyememek. Mesela ağlarken birileri bizi fark etmesin, kimseyi üzmeyelim diye tenha yerler aramak. Mesela çalışılmamış bir sözlü için boyumuzu kısalttıkça kısaltmak, sınıfın daha fark edilmeyen köşelerini kovalamak. Sonra karşılaşmaktan pek de hoşlanmadığımız insanlarla sürekli yollarımızın kesişmesi ve bizim köşe bucak kaçma çabalarımız. Saklambaç oyunu sadece bir oyun değilmiş meğer. Bize saklanmamız gereken yerler bulunabileceğini göstermiş daha küçükken ve saklanmaya olan ihtiyacımızı...
 
Dönüp bakınca fark ediyorum ki çocukken düşüp dizlerimizi kanatmamıza rağmen hemen kalkıp koşmaya devam ettiğimiz yakalamaca oyunları olmasa belki de şimdilerde düşünce kalkmak, bırakınca yeniden başlamak için bin bir bahane uyduracağız da kalkmayı denemeyip düşmenin sızısı içinde boğulacağız. Sonra oynadığımız “bir, iki, üç tıp” oyunları olmasa susmamız gereken yerde belki de sözü yorarak konuşmaya devam edeceğiz. Oynadığımız tıp oyunu dahi bizlere susmanın dersini vermiş hem de hiç ders verdiğini fark ettirmeden bir oyun eğlencesinde.
 
Aç kapıyı bezirgan başı oyunu bazen kapana sıkışabileceğimizi ama hep o kapanda kalmayacağımızı göstermiş. Sandalye kapmaca oyunu, her zaman oturacak yer bulamayacağımızı, bazen diskalifiye olabileceğimizi öğretmiş. Yakan topa gelince vurulmamak için kaçmayı, bazen daha stratejik hamleler yapmayı, havadan atılan toplarla yeni canlar almayı ve aldığımız o canla takım arkadaşımızı yeniden oyuna çağırmayı öğretirken aynı zamanda sevdiklerimiz için koşmayı, terlemeyi fısıldamış kulağımıza.
 
Oynadığımız kör ebe oyunu, gözleri görmeyen, dünya ışığı sönmüş insanlara daha dikkatli davranmayı, yardım eden bir el olmayı öğütlemiş durmuş bize. Hele evcilik oyunlarıyla anne olmayı, baba olmayı, abla ve kardeş olmayı yani geleceği yakın etmişiz kendimize.
 
Diyorum ki şimdi çocuklar ellerinde bir tablet boğulmasınlar o dünyada. Biz çocukken oynadığımız oyunların bir ruhu varmış, o ruhtan mahrum bırakmayalım bugünün çocuklarını. Yeniden can gelsin bahar gelsin dünyamıza. Sanal oyunlardan kaldıralım çocuklarımızın kafasını ve gerçeğe hayran bırakalım. Onlar da oyunlardan öğrensin yaşamayı... 


GENÇ'ın Yazısı.