Kübra Öztürk
Doğum, bir bebeğin en korunaklı köşkünden dışarı çıkması mı? Yoksa bir avaz da dedikleri gibi olup biten bir şey mi? Yahut sancılar eşliğinde küçük bir zelzele mi? Kaç doğum vardır? Bir annenin rahminde, adalarda, dağlarda, gökyüzünde, benliğimizde ve dahi dimağlarımızda…
“Doğmak” kelimesi her zaman çekici gelmiştir bana. Doğmak var olmanın adıdır aslında. İnsan dünyaya geldiği ilk andan itibaren korunaklı alanından çıkar ve tekdüzelik kabul etmeyen, her an tepe takla olabilen bir yere, dar-ı dünyaya bedeni ve ruhuyla var olmanın tecrübesini yaşamak için gelir. Olabildiğince konforlu bildiği anne karnından, kulağa sağırlık veren bir yere doğar. Aniden ciğerlerine dolan oksijen ile ağlamaya başlar. İşte o an yaşam muştusu her şeye rağmen o ilk çığlıklar ile insanın içinde yankılanır. İnsan, Yaradanın bahşettiği hayat köprüsünden geçmeye talip olur. Bilir ki bu köprü çoğu kez sallanacak ve ona düşme korkusu yaşatacaktır. Ama bir kere yaşam dediğimiz o muştu, doğumla birlikte bedenin ve ruhunun her zerresine yayılmıştır. İnsan buna muttalidir ve her daim bu köprünün üzerinde yürür ve hatta bazen koşar vaziyette olmak ister. Bir çiçeği koklamaya devam edebilmek, sevdiklerini daima sevebilmek, bir çocuğun gözlerinde akıp giden mutluluğu görebilmek ve aslında ona iyi gelen her ne varsa onları devam ettirebilmek, her daim yolda olmak ister.
İnsanın bütün bir ömrü doğumdur aslında… Hem de pek tabii sancılı geçen bir doğum… Hangi doğum sancısız, acısız, zahmetsiz ve bir o kadar cesaretsiz olabilir ki? İnsan hayatında karşılaştığı her zorlukta doğuma giden bir anne gibi olmalı. O anne ki ölümü göze alırcasına kendinden doğacak yeni bir yaşam için her şeye rağmen güçlü olmalı ve var gücüyle ıkınmalı. Belki o esnada kemikleri birbirine geçer ama o, bilir ki zahmetsiz rahmet olmaz.
Sûni sancıları sevmem! Sûni sancılar gelip geçicidir. İnsan kendinden bir şeyi doğuracaksa, ta içten gelen bir davanın, sevginin, özlemin sancısıyla doğurmalı. Çünkü sancısı çekilmeyen hiçbir doğum doğum değildir. Güneş her gün pencerene vuruyor, gününü aydınlatıyor diye, gecenin karanlığını delip geçerken sancı çekmediğini mi yoksa tomurcuklanan bir gülün, etrafına hoş koku verebilmek için zahmetsiz mi açtığını düşünüyorsun? Yahut anne çekmeseydi o sancıyı nasıl “Cennet annelerin ayakları altındadır.” sözüne mazhar olabilirdi ki? Nasıl onca zahmetten sonra bir çift göze ve minik ellere bu denli şefkat dolu olabilirdi?
Şems-i Tebrîzî der ki “Ebe bilir ki, sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni, taptaze bir sen zuhur edebilmesi için, zorluklara, sancılara, hazır olman gerekir.” Sancılarını sevmeyen, onlarla baş etmeyi bilmeyen ve bunun için çaba göstermeyen, yolun sonundaki güzelliği göremez. Kavuştuğumuz bütün nimetler mutlaka sancılarla karışıktır. Asıl olan sancıyı güzel karşılayabilmek, sevebilmektir. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyebilmek…
Evet, bir gün ölüm de gelecek. O dillendirmekten kaçındığımız ölüm… Ölüm de bir doğumdur ve ahirete doğmak doğumların en sancılı olanıdır. Son sancıyı çekeceğiz ve öyle kavuşacağız Rabbimize. O yüzden insanın son günü beklenmeli, her zaman mutlu denmemeli ona. Ölmeden, cenazesi kaldırılmadan mutlu denmemeli... O doğuş ki, Ömer Karaoğlu’nun da dediği gibi kimine hüzün kimine düğündür. Allah doğuşumuzu düğün eylesin.
GENÇ'ın Yazısı.