İrem Özdemir

Üç beş ay kadar önceydi. Her şey, sonunda bizi neyin beklediğini bilmediğimiz bir umut türküsünün nakaratında takılı kalışla başladı. Ümmetin çocukları nasiplenmeliydi içimizde kopuşan bu heyecanının nüvelerinden. Fikir kaynadı yetmedi kurtlandı; iş lazımdı artık. Coğrafya ve iklim çağırıyordu ayağına; yüreklerimizden kavramıştı bizi. Allah’a emanet edilmiş niyetlerimiz avuçlarımızda, çocuklara ulaştırmayı hedeflediğimiz yüzlerce oyuncağımız kamyonumuzda koyulduk göç yoluna. Hakiki göç, bir tenasüh değil miydi aslen? Siyahtan beyaza, bedbin olan ne varsa ümit firarına, nefretten muhabbete… Biz de acılardan tebessümlere taliptik, yaralardan şifalara, sessiz haykırışlara gömülü mutluluk şarkılarına, gönüller yapmaya… 

Gözlerinde savaşın şedit iklimi hüzün bulutu olup çökmüş çocukların, çaresizliğin boyadığı çehreyi peçeleriyle örten anaların memleketinden size selam getirdim. Kardeşliğin tanımadığı hududu devirdim her tebessümümde. Uzakları yakın; yakını ırak kıldım kalabalıklar içinde kaldığım yalnızlığımda. Bir yetimin sıcacık tebessümü sildi gözyaşlarımı.
 
Kurumaya yüz tutmuş göz pınarları insanlığın, bu kanayan yaraya aldırış etmeyen kahkahaların, açlığın oyuncak edildiği ziyafet sofralarının, şükürsüzlüğün yüreğini burktuğu her mahzun nimetin, gözün görmediği; kulağın duymadığı her zulmün: Vicdan muhasebesine memur kılındım. Kurşun delikli duvarların saman taneleriyle örüldüğü karanlığın, güneşin üzerine doğarken gözyaşlarını serpiştirdiği medeniyet umudunun, harabeler içinde kendini kaybeden ağıtkar şehrin, enkaz altından oyuncağını kurtarmakla; hayatının tamam olacağı inancını taşıyan ümitvar çocuktaki cesaretin, bombalar altında yürekleri sarsılmaz bir siper olmuş yiğitlerin, büyük gurbette olanların küçük gurbettekileri kınadığı yalancı dünyanın hesabını yapmak düştü seyir defterine… Keder göçü altında ıslanan yüreklerin sükuta bürünmüş feryatlarını anlatmak düştü kaleme… Coğrafya kaderdir, keder değil vaveylası yayıldı insanlığın gaflet harmanına ve uyuyanları uyandırmak düştü kelama… Şimdi kalemin ve kelamın vicdanıma sardığı ağın ve ağıtın başında sizi çağırmak görevim. 
 
İsmini bilmeden, duymadan yaşadığımızı sandığımız mesuliyet zincirimiz. Her birinin hikayesi bambaşka. Acıları, ömürlerinden büyük; yürekleriyse acılarından… Ğufran, Mustafa, Uded, Meryem, Muhammed… Kimi annesini vermiş toprağa, kimi babasının bombalar altında dağılan bedenini gözyaşları ile enkaza gömmüş. Kimi ağzı süt kokan kardeşinden olmuş, kiminin ağzı süt kokarken içinde kıyametler kopmuş… Tüm bunları capcanlı hali ile müşahede etmekte olduğum o an, hesabını vermekte zorlandığım sualler düşüyor içime kurşun namı ile… Biz diyorum; neredeydik kalkerken bu cenazeler, şehadet kokusu işlenirken toprağa; ciğerlerimiz neresindeydi bu kıyımın, yanı başımızda koparken kıyamet; bizim mahşerimiz nerede kalmıştı? Unutulmuş ve unutturulmuş çocukları yeryüzünün… İnsanlığın alnında kara leke olmuş unutmak onları ya, nerede kalmış aynamız diyorum…
 
Acıları göz pınarlarında mukim, ağlamadan gözyaşı döken bakışları; yürekleri burkan cinsten. Şefkate acıkmış, merhamete susamış, ilgiye muhtaç yetim çocuklarımız, bizim çocuklarımız ya Hu, ümmetin şen yüzleri… Acılarıyla tütsülenmiş yürekleri, bir oyuncak kamyonunu görünce sevinçle buğulardan arınan gözleri. Bir umut kamyonu kendilerine yaklaşmakta olan. Yaklaştıkça heyecanla çarpan kalpleri bu kez feryat çığlıklarını umut haykırışlarına bırakmakta. Kendisine uzatılan şekeri alırkenki mutlulukları, sırtını sıvazlarken “ben de sevilirmişim demek” fikriyle tazelenen hisleri, yüz boyasıyla; eline, alnına, yanağına çizdirdiği kalple; muhabbetin lisan tanımadığını ispatlayan masumiyetleri… Hangi birini, nasıl anlatsam bilemiyorum. Yer yer kelimelerim düğüm olup oturuyor boğazıma, zaman zaman sevinçle gülümserken buluyorum kendimi. Onları fark ettiğim için, ziyaret ettiğim için ruhuma yayılan şükür adım adım büyüyor dualarımda. Fark etmek yetmez, anlatmak boynumun borcu biliyorum. 
 
Nasıl unuturum seni çocuk, nasıl duamdan eksik ederim? Nasıl sevmem seni çocuk, nasıl dar gelmez yüreğime bu hudut? Nasıl gelmem yanına, nasıl sormam halini, nasıl anlatmam seni ve nasıl bırakırım elini? Yeter ki sen gülümse çocuk, yeter ki sen gülümse! 


GENÇ'ın Yazısı.