Nurcan Tanyeli

"Bilmek nedir?" diye geçirdi aklından, apartmanın en üst katındaki acil çıkışın uçsuz bucaksız uzayan basamaklarında beklerken. Sanki vaktin akışı durgun bugün, bir nebze azalmadı kum saatindeki taneler. Gözü uzaktaki her noktada adım adım dolaşıyordu ama aklı sadece bir köşedeydi. Uzun uzun düşündü, hissetti, keşfetti tekrardan; eskiden güzelce yaşayıp şimdi sadece hatırlamaya çalıştığı anıları. Yetinmek zorundaydı, elden gelen başka şey yoktu ki. Bazen ruhunun ne kadar da yalnız olduğunu düşünüyordu. Gerçekten bu kadar mıydı hayatın ona yaşatacakları? İsyan etmek istemiyordu, nefret ederdi şikayet etmekten, ama insanoğlu ya bu, gaflete düşebiliyor bazen. 

Elindeki suyu birkaç yudumda bitirip bardağı çöpe atmak için apartmana girdi. On katlı apartmanın onuncu katında oturuyordu. Bu katta üç daire vardı ve kendisininki hariç diğer iki dairenin de kapılarının önüne veya üstüne hoş şeyler konulmuştu. Hepsi beyaz olan kapıların soldakinde ortasındaki boşlukta `HOŞÇA GELDİNİZ` yazan bir çanak asılıydı. Çanağın en dışındaki halka lacivertten, ortasındaki pembenin bilmediği bir tonundan ve içteki küçük halka da mavinin açık bir renginden yapılmıştı. Renkler beyaz kapının üzerinde samimi tonlardaki minik bir renk skalası gibi görünüyordu. Yarım yamalak bir tebessümle kendi dairesinin hemen sağ çaprazında bulunan kapıya da baktı. Oranın önünde bodur kalan ve asla meyve vermeyen bir limon ağacı vardı. Elifi elifine* 6 yıldır o dairedeydi ve geldiğinden beri o ağaç aynı sabitlikte ya yaprak döküyor ya da yeni yapraklara ev sahipliği yapıyordu. Fakat ağacın keskin bir kokusu vardı daha önce hiçbirinde duymadığı, ayrıca o koku bazen tüm koridora yayılıyordu. Öyle sabahlarda kokuyu içine çeke çeke geçiyordu koridordan. Limon ağacının kokusunu duyduysa o gün daha katlanılır geliyordu ona. 
 
Kendi kapısının önünde durduğunda eve girmekte tereddüt etti birkaç saniyeliğine. Girmek istemiyordu içeriye, istemsiz yaşanmışlıkların olduğu köşeler çarpıyordu gözüne. Kafasını çevirmek istese de mıhlanıp kalıyordu orada, sonra da büyük bir pişmanlık yaşıyordu her defasında. Gözleri dahi sıkılmıştı görmekten. Bir göz hiç sıkılır mı görmekten? Onunki sıkılmıştı işte. Anlamsız gelse de bütün bu yaşananlar, sayamadığı her an o mahut duygu sarıp sarmalıyordu bedenini. Durup baktığında "O kadar da harikulade bir geçmişim yok, ne hakla bu ağdalı ruh halinde seyrediyor kalbim." diye boşluğa soruyordu. Cevabı olmaz boşluğa sorulan soruların. Cevapsız kalan bir sürü sorusu olduğu göz önünde bulundurulunca bunun pek doğru bir cümle olduğu anlaşılıyor. 
 
Daha fazla dikilmeden içeriye geçti. Kaçmak işe yaramıyordu, boşuna söylenmemiş bu atasözü, onun da bildiği gibi tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır. Bu ev de onun için aynı yalnızlığa aynı fenalığa sahipti. Nahoş bir şarap içmişçesine ağzında beter hissettiren bir tat belirdi. Yutkunsa boğazından yemek borusuna, aşağıya doğru tüm uzuvlarını titretecek sandı. Yutkunmadan ağzında biriktirdiği tükürükle banyoya koştu. Ağzını bol suyla cenaze yıkarmış gibi yıkadı. Ruhu ölüyordu her geçen gün. Bu kadar yalnızlık iyi gelmiyordu ona. Kafasını kaldırıp aynadaki cismine bakarken aynı yolun yolcusu olan bir diğer güne başlamanın verdiği hissiyatla acı acı baktı kendine. 
 
Ne kadar da… 
 
*Bu ifade Sait Faik’in Lüzumsuz Adam kitabında geçiyor. “Tamı tamına” manasına gelir. 


GENÇ'ın Yazısı.