Ömer Akyüz

Sabahın ilk ışıklarıydı. Hava dünden daha iyiydi. Horoz, her zaman aynı saatte ve aynı yerde ötmeye başlamıştı bile. Gökyüzü kendi düzleminde, doğa da içsel ritminde yol almaya devam ediyordu. Hayat döngüsü içerisinde her şey kendi rayında bir hareket halindeydi. Pencere kenarına hafiften sarkan güneş ışığıyla uyanıverdi hemen. Uyku sersemliğiyle gözünü penceredeki güneş ışığına dikti. Yataktan doğruldu, derin bir nefes alıp pencereye doğru ilerledi. Perdeyi aralayıp pencereyi açtı. Dışarıdan mis gibi kokan çam ağaçlarının kokusu ile yeşillik ve doğanın vermiş olduğu ruh güzelliğiyle günün ilk demini attı. İçeriye sızan güneş ışınlarıyla gözlerini ovaladıktan sonra pencere önüne bakıverdi hemen. O sırada her zamanki gibi yine iki serçe kuşu konmuş içeriyi gözetliyorlardı. Her sabah pencerenin önüne bu iki kuş konarmış. Hani derler ya, bu dünyada herkesin rızkını Allah tayin etmiştir. Sen yeter ki her daim hareket hâlinde ol, mutlaka sana tayin edilen rızkını bulacaksın; sen onu bulamazsan bile, o gelir seni bulur. Bu iki kuşun da rızkı bu pencerede tayin edilmiş sanki. Her sabah gün ışığının doğmasıyla bu pencerenin önüne konarlar. Öyle ya, derviş zikir ile havf içerisinde olur da Rabbi onu görmez mi?
 
Mutfaktan, geceden hazırlanmış ekmek kırıntılarını süt ile ıslatarak kuşlar için pencerenin önüne serpti. Böylece kuşlar bugünkü rızıklarına kavuşmuş oldu. Peki ya, insanın da böyle midir? İnsan da her sabah uyandığında rızkıyla karşılaşıyor muydu? “Evet, farklıyız ama ikimiz de canlıyız sonuçta. Aynı olması gerekmiyor muydu?” diye mırıldandı. Dirseklerini pencerenin kenarına, ellerini de yanaklarına koyup kuşları seyre durdu. “Tabi ya! Bu kadar basit işte: Ağzı veren, azığı da vermiştir. Ne dert ediyorum ben.” diyerek birden doğruldu ve odayı havalandırmak için pencereyi sonuna kadar açıp yatağını toplamaya başladı. 
 
Yatağını toplar toplamaz mutfağa geçti. Her sabah sütü bal ile karıştırıp içerdi. Bal, tezgahın üzerinde duruyordu. Bir kaşık balı bardağın içine koyup hızlıca karıştırmaya başladı. O sırada gözü de kapıdaydı. Ha geldi gelecek… Mercan’ı bekliyordu. Bu kasabada günlük gazete çıkar. İçinde kültür ve sanattan tutun da hem memleketten hem de ülkeye dair haftalık haberleri içeriyordu. Burası küçük bir kasaba ama okuyanı da epeyce vardır. Memleket aş ile geçinir bilgi ile diri kalır, düsturuna sahiptirler.Bir kuşun günlük azığını kazanırcasına buradakiler de günün ilk ışıklarıyla kıyamda dururlar; tıpkı Mercan gibi.
 
Şimdi kapı zili çalıyor, gelen Mercan olmalı. Başka kimseyi beklemiyordu zaten. Mercan, 12 yaşında, yeşil göz ve kumral kıvırcık saçlara sahip ince ve zarif bir kız çocuğudur. Kasabadaki matbaada kendisine küçük bir iş bulmuştu. Haftanın ilk günü belirtilen adreslere kendisine teslim edilen gazeteleri dağıtırdı. Bu iş, öğleye kadar sürerdi. Öğleden sonra da okuluna giderdi. Burada hayat böyledir işte; sabahın ilk ışıklarında kıyamda duran ve bereketi ile azmi bu saatlerde arayan insanlara sahip küçük bir yerdir.
 
Burada herkes bir şekilde bir işte çalışan ve bir şekilde hayat mektebinde öğrencidir. Hayatın onlara öğrettiği en faydalı bilgidir bu; sadece okula giderek öğrenci olunmaz. Hayata attığın ilk adım ile birlikte sen zaten öğrenciliğe adım atmışsındır. İşte burada “öğren”me ve “öğrenci”lik hayat boyu devam eder. Öğrenirsin ya, ilk doğduğun anda, kucakta, beşikte, yolda ve mezarda; öğreniyorsun işte. Bu dünyanın nasıl bir hengâme içerisinde dönüp durduğuna ve nasıl darmadağınık bir şekilde son bulduğuna kendi gözün ve vücudunla şahit oluyorsun, hayatta en önemli kilit nokta burasıdır işte.
 
Mercan’ı kapıda karşılar. İlk tepkisi de, “Ne o kız, erkencisin bugün!” oldu. “Ne bu acelen, nefes nefese kalmışsın.” diye de ekledi son olarak. Gönlü ile gözü arasında akan zarif bir ışığın ışıltısı yüzüne vurmuş gibi ürkek ama nahif bir sesle “Bugün ilk derste yazılı sınavım var, geç kalmak istemiyorum.” diye cevap verdi, Mercan.
 
Mutfakta masanın üzerinde bir tabak dolusu tuzlu kurabiye vardı. El çabukluğuyla hemen üç tanesini kese kağıdına sarıverdi. Daha sonra Mercan’a uzatarak, “Allah, zihin açıklığı versin kuzum, başarılar.” diye de ekleyiverdi. Rızık ile nasip arasında olan ince bir sırra kavuşmuş gibi sevinen Mercan, “Allah’a ısmarladık, haftaya normal saatimde gelirim.” şeklinde dönüt verdi. Hayatın sırlarını çözmeye benzer bu işler. Verilen mücadele sonrasında daha iyisi ile karşılaşmanın sevincine benzer, bir ihtimal ki seven ancak sevdiği ile matuf olur bu dünyada. En önemlisi de gönlün iç diyarları sevgililer sevgilisi ile bütünleşmenin huzuru ile dolmasıdır. Rızık ve nasip arsında bir sır bu; yol, söz ve küçük bir ikramın bir iskelette vücut olması gibidir.
 
Mutfakta dün geceden kalma birkaç bulaşık olacaktı, onları yıkamak için mutfağa doğru yöneldi. Elindeki gazeteyi de masaya bırakıp kollarını sıyırıverdi hemen. Su, deterjan derken bir çırpıda yıkayıverdi. Gözü masada duran gazeteye ilişti, “Hava güzel, balkonda kahvemle birlikte okurum” diye iç geçirdi.
 
Bir elinde kahve diğer elinde ise gazetesiyle odasına doğru ilerledi. Sabah, pencerenin önünde duran kuşlar çoktan gitmişti, hem de kendilerine verilen ekmek kırıntılarını da bitirmişlerdi. Paylaşmanın verdiği iç huzurla pencereyi kapatıverdi hemen. Ayak adımlarını sayarcasına tane tane ve düşünerek ardında geçirdiği bir ömrü-sefayı zihninde canlandırarak balkonda buldu kendini bir anda. Hayat böyledir işte, bazen bütün bir sırrı küçük bir lahzada, bazen de bütün bir manayı küçük bir kızın yeşil yeşil bakan gözlerinde bulursun.
Elindeki kahveden bir yudum aldıktan sonra başını göğe doğru kaldırıp sessizce kendi kendine söylenmeye başladı: “Bu hayatta beni en çok mutlu eden şey, sensin. Nedense sana her baktığımda ve seninle bütünleşmeye çalıştığımda içim hep huzurla doluyor.”
 
Vakitlerden bir an gelir ve bütün sırrı burada keşfedersin. Tam da böyle bir andı bu. Derin bir nefesten sonra sevinç ile hayallerin depreştiği ve eşref saatine rast gelmenin umuduyla: “Sabahı ayrı, gecesi de apayrı bir güzelsin. Keşke ardını da görebilsem ve benliğimle tek vücut halinde bir olsam seninle.”


GENÇ'ın Yazısı.