Murat Can Çelik

Allah’a kulluk için yaratılmış, toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan canlıya “insan” denir. İnsanların düşündüklerini, hissettiklerini yahut duyduklarını bildirmek için geliştirdikleri anlaşma yoluna ise “dil” adı verilir. Dil aracılığıyla olay, duygu, düşünce ve hayallerin biçimlendirilmesi sanatı “edebiyat” olarak tanımlanır. Edebi anlatım tarzlarından biri olan “şiir”; zengin sembollerle, ritimli sözlerle ve seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkar. Bu bağlamda şiir edebiyatın, edebiyat dilin, dil de insanlığın en önemli unsurlarındandır.

Şiir bu rolünün yanı sıra ait olduğu medeniyetin kavram haritasını da içinde barındırır. Medeniyetinin kavramlarıyla inşa edilirken aynı zamanda onu besler. Bu ilişki, tarihte şiirlerle kurulan, yükselen ve geleceğe aktarılan medeniyet örneklerinde somutlaşır. Öyle şiirler vardır ki okuyana bir tarih ve kültür tablosu çizer. Hatta bu kaliteyi yakalamış olanları, içinden çıktıkları toplumu gerçek tablolardan bile daha güzel anlatır. Temelde şiir olarak yazılan milli marşımız da mezkûr sınıflamaya dahil edilebilir. On kıtasının tamamında kullanılan kavramlar, hem tek başlarına hem de bir araya gelmişlikleriyle “biz”den bahseder. Yaşama gayemizi, dost ve düşmanlarımızı, zor zamanlarla baş etme yöntemlerimizi ve vazgeçilmezlerimizi belirler. Söz gelimi “istiklal” ile başlayıp “istiklal” ile bitiyor oluşunu tekrar nazarlarımıza alarak milli marşımızın bu vasfını daha kolay anlayabiliriz.
 
Bu noktada “Bize, bizi bu kadar güzel ve berrak anlatan bir şiire sahip olduğumuz için Rabbimize ne kadar şükretsek az” diye düşünebiliriz. Doğru, şükretmeliyiz ancak bunu yüz yılda kendi milli marşımızı anlayamayacak seviyeye düştüğümüz için af dilemeyi de unutmadan yapmalıyız. Zira binlerce yıldır içini doldurageldiğimiz kavramları, “garbın afakını saran çelik zırhlı duvara” yaslanıp “bizi de içeri alın, n’olur!” diye yalvarabilmek uğruna anlamsızlaştırdığımızı da hesaba katmalıyız. Evet, belki hâlâ önemli bir kısmının sözlük karşılığını biliyoruz lakin bu kısımları anladığımız asla söylenemez. Çünkü anlayan kişi kesinlikle harekete geçer, özümsemesi ya da reddetmesi ise bunu değiştirmez. Örnek mahiyetinde bir soruyla açıklayacak olursam: Milli marşımızın, Allah’tan gelen ve O’na dayananlardan başka “herhangi hükmü, hükümdarı hiçe sayarak itaati reddetme, isyan etme, bağını koparma, bağımsızlık” ve "yürüyüş, yürü! (emir)” anlamlarında iki kelimenin bir araya gelmesinden neşet eden ismini anladığımıza emin miyiz? Başka bir deyişle, milli marşının ismi “Bağımsızlık Yürüyüşü” olan millet, gerçekten biz miyiz?
 
Aynı bağlamdaki misaller on kıta daha çoğaltılabilir ancak hemen hemen hepimizin ezbere bildiği ilk iki kıtayla alakalı olarak vereceğimiz bir tane örnek bile bize fazlasıyla yetecektir: Yazar Alev Alatlı, “İşkenceci” adlı romanında, İstiklal Marşı’nı anlamakla ilgili sorunlarımızı bir köy okulu öğrencisinin gözünden şöyle aktarır:
 
“Hazır ol!”

İtiş kakış toparlandı çocuklar.

“İstiklâl Marşı! Ses veriyorum!”

“Kork-maaa!” çığırdı, Merafet Öğretmen,

“Kork-ma!”

Taş kesildiler.

“Kork-ma,” düşmanlarını çağrıştırdı, “sönmez” yufka tandırını; “bu” buydu, “şafak”ı bilemedi, “larda”yı bilemedi, “yüzen”i bilemedi, “al”, sünnet yorganının rengiydi, “sancak”ı bilemedi İşkenceci. Bildikleri, yani kan davası, sünnet yorganı, bir araya gelemedi.

“Sönmeden”, tandıra atılacak tezekti, “yurdumun”, yurttu işte, İstanbul mu, esas memleketi mi bilemedi, “üstünde” altındayı çağrıştırdı, “tüten” ateşi, “en son”u bilemedi, “ocak”ı çamaşır kazanından bildi.

Memleketteki tandır sönerse, tüter, ocak yanmazı düşündü.

“O”yu işaretparmağından bildi, “benim”i kendinden bildi, “millet”i camiden bildi, “yıldız” ile “parlayacak”ı geceden bildi, “ancak”ı bilemedi.

Milletin bir yıldız vardı, parlıyordu.

“Çatma” çatı çatmaktı, “kurban” bayramdı. “Kurban olayım” nenesi derdi, “çehre”yi bilemedi, “ey”i iyi sandı, “nazlı” halasının adıydı, “hilâl”i ramazandan bildi.

Çatı, kurban, nenesi, ramazan bir araya gelmedi.

“Kahraman” babasını alan askeri çağrıştırdı, “ırk”ı bilemedi, “bir”i bildi, “gül” çiçekti, “ne”yi bildi, “kanlarımız”ı bildi, “sonra”yı bildi, “helâl” babasının karısıydı, “Hakkı’dır” kâhyanın ismiydi, “Hakk’a”yı bilemedi, “tapan”ı bilemedi, “millet”i camiden biliyordu, “istiklâl”i hiç bilemedi.

Gül fidanının yanında askeri jip, Sarıların vurduğu amcaoğlunun kanlı gömleği, anası, amcası yan yana geldiler.
 
Türkiye’de, özellikle 1980’lerden sonra, ilk-ortaokul ve lise okumuş hemen her öğrenci Alatlı’nın ‘’köy okulu öğrencisi’’nde kendinden bir şeyler bulacaktır. Ardından da kavramlarımıza bu denli yabancılaşmamızın, milli marşımızı anlamamızın önündeki engellerden biri olduğu düşüncesine hak verecektir. Bununla birlikte bana göre, 1930 yılında ortaya konan bestelenmiş hali de anlamaya engeldir. Öyle ki hala nasıl kabul edilebildiğini, sonra da yıllarca yerini nasıl koruduğunu anlamak oldukça güç. Bu bestenin, marşımıza ne şekilde musallat olduğunu bilmesek bile her halükârda, 
 
“Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl, 
 
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.” dizelerini (bestelenmiş halini zihninizde canlandırarak okuyunuz),
 
“(…) bu celal sana,
 
Olmaz dökülen,
 
Kanlarımız sonra
 
Helal Hakkı’dır (…)” 
 
olarak anlamamızın müsebbiplerine “Hakkım helal değildir!” deme özgürlüğüne sahibiz.
 
Tüm bu mülahazaların ardından son tahlilde fikrimce üzerimize düşen, öncelikle zihinlerimize çizilen dar ulusçu sınırları aşmaktır. Bunu hızla sığlaşmış ve “amerikanize” olmuş kültür dünyamızı derinleştirme çabaları takip etmelidir. Yolun nihayetinde ise dünyayı ve insanlığı kapsayarak barış ve selamete giden yolda “vasat öncüler” olmak kaçınılmaz kaderimiz olarak bizi bekler. 
 
Özetle İstiklal Marşı’nı anlamak, ne kadar karmaşık görünürse görünsün, yalnızca Allah’a kulluk için yaratıldığımızı ve Allah ile Resul’ünden (s.a.v.) başka herkesten bağımsız olduğumuzu yeniden anlamaktır. 


GENÇ'ın Yazısı.