Erhan İDİZ

Asıl zorluk ile sabaha doğru karşılaştık. Kenarları buz tutan bir derenin içinden geçmemiz gerekiyordu. Gün aydınlanmıştı, ayakkabılarımı çıkarıp suya girdiğimde parmaklarım kesiliyor sandım. Annemle el ele tutuşup karşıya doğru yürümeye başladığımızda hayatımın en şiddetli soğuğuyla tanıştım. Ayaklarımı, bedenimi hissetmiyordum.

Yolculuğun zor olacağını biliyordum, bilhassa iki kadın için her şey hiç beklenmedik şekilde bitebilirdi.

Göç etmek kaderimiz gibiydi. Sovyetler, Afganistan’ı işgal ettiğinde dedem ve ninem İran’a doğru kaçmaya başlamış ve sınırda annem doğmuştu. Göç yolunda dünyaya gelen annemin hayatı İran’da, vatanından uzakta geçmişti. Çocuk denecek yaşta evlenmek zorunda kalmış ve iki yıl sonra babamı kaybetmişti. Ben de İran’da doğup büyüdüm fakat Afganistanlı olduğum için her zaman “öteki” olarak görüldüm. Annemle savaştan uzakta fakat geleceği olmayan bir hayatımız vardı. İran’da göçmenler için zor olan yaşam, kadın göçmenler için daha zordu. Bu yüzden İran’dan gitmemiz gerekiyordu.

Annem Türkiye’ye gelmeye karar verdiğinde on dört yaşındaydım. Ondan başka kimsem olmadığı için bu yolculuğa çıkmak zorundaydım fakat korkuyordum. Türkiye’ye giderken başına kötü şeyler gelen çok kadın hikâyesi dinlemiştim. İnsan kaçakçıları özellikle sahipsiz gördükleri kadınları kaçırıp istedikleri işlerde kullanabiliyorlardı.

Mevsim kıştı. Bavullarımızı da yanımıza alıp İranlı kaçakçının getirdiği minibüse bindik. Kaçakçılar birkaç saat sonra bizi sınıra yakın Urumiye şehrinde bir odaya yerleştirdiler. Burası onların merkeziydi. Her gün birileri gelip gidiyor, biz olduğumuz yerde bekliyorduk. Annem belli etmese de benim kadar korkuyordu. Burada başımıza bir iş gelirse hiç kimsenin haberi bile olmazdı. Yol için uygun zamanı kolladıklarını söyleyerek bizi bir hafta beklettiler. Oysa bizden sonra gelen göçmenlerin sınırı geçtiklerini biliyorduk. Sürekli gitmek istediğimizi dile getiriyor ve onlarla kavga ediyorduk. Zannediyorum ki amaçları başka şeyler için razı olup olmadığımızı anlamaktı. Biz gitmek için olay çıkarınca sonunda dayanamayıp bizi sınıra getirdiler.

Sınıra vardığımızda ortalık zifiri karanlıktı. Dağın eteklerinden bir uğultu yükseliyordu. İnsanlar bir karınca sürüsü gibi toplanmış, kısık sesle konuşmaya çalışıyorlardı. İnsanların yalnızca gözlerini görebiliyordum, binlerce çift göz… Kaçakçıyla anlaşmamıza göre yola arabayla devam edecektik ama bizi karlı dağları, buz gibi dereleri geçmemiz için o yamaçta bırakıp gittiler.

Binlerce insanla İran’dan Van’a doğru yürümeye başladık. Soğuk ve karanlıktı, donmak üzereydim. Yol boyunca kaçakçıların bizi öldürmelerinden korkuyordum. Daha önce beğendikleri kadınları kaçırdıklarını duymuştum ama kimseyi öldürdüklerini işitmemiştim. Buna rağmen yine de korkuma engel olamıyor, sürekli ağlıyordum. Yol uzadıkça soğuk ve yorgunluktan halsiz düşüyordum. O kadar bitkin düştüm ki bavulumu atmak zorunda kaldım. Hava daha da soğumaya başlıyordu. Donmamak için yürümekten daha fazlasını yapmak zorundaydım. Karın azaldığı kısımlarda ayaklarımı yere sertçe vuruyor ve ısınmasını sağlıyordum. Tek sorunumuz yerdeki kar da değildi, yüzümüzü yırtıp geçen rüzgar soğuğu mantolarımızdan içeri dolduruyordu.

Asıl zorluk ile sabaha doğru karşılaştık. Kenarları buz tutan bir derenin içinden geçmemiz gerekiyordu. Gün aydınlanmıştı, ayakkabılarımı çıkarıp suya girdiğimde parmaklarım kesiliyor sandım. Annemle el ele tutuşup karşıya doğru yürümeye başladığımızda hayatımın en şiddetli soğuğuyla tanıştım. Ayaklarımı, bedenimi hissetmiyordum. Birkaç saniye bana birkaç saat gibi gelmişti. Türkiye’ye varmıştık ama Ankara’ya kadar gidişim yarı baygın .......................................................................................


GENÇ'ın Yazısı.