İyi de Ben Şimdi Neyin Fotoğrafını Çekeceğim!
En nihayetinde bir genç delikanlı parmağını uzatıp “sileceksin!” diyerek makineyi tartaklayınca hepten insan fotoğrafı çekmenin insanın tribini çekmek kadar fena olduğunu öğrenmiş oldum.
Nasıl anlatsam bilmiyorum. Böyle göğsümün alt kısmından fırlayan bir sancı, orta şut karışımı bir vuruşla kalbimin ağlarında dalgalanıyor. Alı al, moru mor bir acı ile acınacak hale geliyorum…
Bendeki bu ‘sanat sepet’ merakı küçüklükten gelme. Eskiden de içli bir mısra duysam yahut yağlıboya bir tablonun detaylarına dalsam ruhumda birbirini tetikleyen dalgalar oluşurdu. Anlardım ki ben diğerlerinden farklıyım. Yaşıtlarımın görmediğini görüyor veya hissediyorum. Böylece garip zevkler edindim. Ya da gariplikleri zevk edindim. Ya da zevk edinmeye çalışan bir gariptim. İnanmazsınız çocukluğum “el kadar sabinin dalgın ve saçma hareketleri” olarak tarihe kaydedildi. Belki de içimde yıllar sonra ortaya çıkacak bir “hisli sanatçı” vardı da toplum ve ailem o yeni sökün eden sanatçıyı keklik gibi avlamıştı. Ama heyhat bu kekliğin o zamanlardan bu zamanlara uçuşan tüyleri arasından detayları ve farkları görmeye devam ettim. Kalbim iri bir koçbaşıydı sanki ve sanatla ilgili bir şeyler yapmadığım her an göğüs kafesimde boynuzlarını biliyordu.
Haklısınız dağıttım yine. Hemen toparlıyorum. Bir müddet resim yapmaya çalıştım. Sonra tezhip fırçaları ile hemhal oldum. Karakalem ile ömrümü birinci sınıf hamur kağıda katık ettim. Nakış işledim. Şiir karaladım. Senaryo üretmeye çalıştım. Baktım ki sanat eserleri üzerinde taze çim görmüş keçi gibi sekebiliyorum. Sekmediğim bir fotoğrafçılık kalmış. Aman ondan da geri kalmayayım dedim. Beni etkileyen her şeyi bir yerlere kaydetme fikri ile en nihayet ona da el attım.
İlk başlarda her şey çok güzel gidiyordu. Evde “sanatsal bakış” ya da “estetik kaygısı” ile ele alınmamış obje bırakmadım. Fincan kulpundan, fırça sapına kadar ne varsa “doğru ışık” ile süsleyip çektim. Sonrasında ‘alışkın’ olduğumuz tabiatı kayda değer buldum. Böylece şairin de dediği gibi “bir aşk oluverdi aşinalık”. Bir top çamın gökleri kucaklamasına, bir karıncanın kara taşın üstünde dahi görevini suiistimal etmemesine, bir sonbahar yaprağının insanı tefekkür bayırından aşağıya yuvarlayıvermesine hayran oldum. Hayran oldukça bastım düğmeye. Düğmeye basmak dünyayı durdurmak gibiydi. Bir objektifin ardında durmak geçmişte kalan yılların intikamını almak gibiydi. Hayatı bir bakışla zapt etmek, geçen dakikaları bir şişeye koyup kaynatmak, zamanı kafese koyup üzerine çul örtmek gibiydi. Lakin insan çabuk sıkılır. Eline dünyanın en ahenkli malzemesini, en harikulade eserini de verseniz bir süre baktıktan sonra “eee” diyebilir.
“Ben de işte “eee” dedim. Hep doğayı mı çekeceğim. Böylelikle yönümü dik yamaçlardan ara sokaklara, sakit yollara çevirdim. Evlerin huzur veren sarı lambalarından sarkmak, insan denilen varlığın suretinde oynaşan renk fevvarelerinde kaybolmak istiyordum. İnsanlar ile evler birbirine ne kadar da benziyordu. İkisi de temizlendikçe batıyor, ikisi de yaşlandıkça değer kaybediyor, ikisi de bomboş kalabiliyor... İşte bu duygularla deklanşöre bastım. Mahalle gezileri, park temaşaları fena gitmiyordu. Lakin insan hareketli ev de mahrem kabul edildiği için bu serüvenim de uzun sürmedi. Bir gün bir harabenin kapısında yıllar öncesinden kalmış bir ince ayrıntıyı yakalamıştım ki ensemde bir nefes hissettim. Yaşlı bir kadın ellerini beline koymuş, gözlerini belertmiş sinirli sinirli “ne çekiyon sen” dedi. Kapı çekiyorum dedim. Elbette gündelik hayatın hayhuyunda kaybolmuş birinden sanatın vuzuhuna ermiş olmasını beklemek beyhude bir çabadır. Bu yüzden yaşlı kadın beni küfür fıçısına batırıp çıkardığında ve ardından peşime düşüp beni muhasara çemberinin dışına kovaladığında tek kelime etmedim. Kadın beni evini elinden almak isteyen müteahhitlerin gönderdiğini düşünmüştü. Ne verecek evi vardı ne de amatör fotoğrafçıların elinde kuşa dönecek ev fotoğrafı. Belki de haklıydı. Evin içi gibi dışı da mahremdi. Belki bir mahalle bile orada yaşayanların dışındakiler için mahrem sayılırdı. Belki bir semt, belki bir şehir, belki bir ülke, hatta dünya… Neyse abartmayalım. Böylece evleri bırakıp insanlara yoğunlaştım. Bir çocuğun annesi tarafından terslendim, yaşlı bir çift tarafından ikaz edildim. Ve en nihayetinde bir genç delikanlı parmağını uzatıp “sileceksin!” diyerek makineyi tartaklayınca hepten insan fotoğrafı çekmenin insanın tribini çekmek kadar fena olduğunu öğrenmiş oldum. Demek ki Mevdudi haklıydı, insanları izinsiz çekmek, onları habersizce kurşunlamak gibi bir şeydi. Ve bir durum, karşı tarafa rahatsızlık veriyorsa orada “hak” “hukuk” ve “ahiret” üçgeninin iç açılarını şeytan topluyor demektir. İzin alınarak çekilen fotoğrafların nasıl yapay durduğu da malumunuz. Bu yüzden bahsetmiyorum bile.
İnsanları izinsiz çekmek, onları habersizce kurşunlamak gibi bir şeydi. Ve bir durum, karşı tarafa rahatsızlık veriyorsa orada “hak” “hukuk” ve “ahiret” üçgeninin iç açılarını şeytan topluyor demektir. İzin alınarak çekilen fotoğrafların nasıl yapay durduğu da malumunuz. Bu yüzden bahsetmiyorum bile.
Her neyse efendim işte insan ve mekân böylece yer ile yeksan oldu objektifimde. Son günlerde elimde gariban makinem ile uzaklara dalıp gidiyorum. Yasaklar ve günahlar bir yağmur bulutu olup gözlerime yürüyor. Askeri bölgelerde güvenlik nedeniyle, hastanelerde hastanın özlük hakları için çekim yapmak yasak. Metro, otopark, iskele ve garlarda terör örgütü tarafından olası bir plan çıkarma işlemi yapılabilir diye yasak. Konserlerde sanatçının gözü flaştan şeş-beş olmasın diye, sinema da eser çalınmasın diye yasak. Bazı devlet binalarında izinsiz çekim yapmak yine yasak. Tarihi eserlerin içinde ve müzelerde amatör fotoğrafçıların flaşları moleküler yapıyı bozduğu için yine genel bir uygulamayla fotoğraf çekmeleri yasak. Ayrıca bazı mahallelerde gazeteciye benzeyen insanların olumsuz haber yapıyorlar kaygısı ile fotoğraf makinesi ile dolaşması yasak! Kamu binalarını özel mülkleri çekmek de yasak! Sevgilileri, genç kızları, hele de eşi cüsseli olan hanım ablaları ve cumhuriyetle birlikte ülkesine izinsizce girmiş ‘suret’ten nefret eden babaanneleri çekmek de ayrı bir yasak! İşte insan bu yazılı ve yazılmamış yasakları düşünerek elinde iri kıyım bir fiyata aldığı makinesi ve çocukluktan gelme ince düşünce ve yetenekleri ile oturduğu yerde sfenks gibi kıvrılıp kalıyor. Ardından o iki soru iki meşum el olup boğazına uzanıyor. Bir: İyi ama ben şimdi bu makine ile ne çekeceğim? İki: Gidip bi de ney kursuna mı yazılsam?
:)
Ayşegül Genç'ın Yazısı.