Tarihteki bazı günlerin yıldönümleri, milletlerin hafızasında elde ettikleri haklı yerleriyle hem duygu birliğini perçinliyor hem de milletlerin bir anlamda kendini yeniden ve yeniden doğurmasına olanak sağlıyor. Aynı ülkü içerisinde birlikte yaşama arzusunun ortaya çıkardığı nitelikli bir topluluk olarak milletin kendini her nesilde yinelemesi mühim, çünkü ortaya konulan şeyin kalıtımsal olma imkânı kalkalı epey bir zaman oldu.

20. Yüzyılda Türklerin dünyaya bir meydan okuması olarak varlık bulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, yukarıda bahsettiğimiz yıldönümleri içerisinde bu yıl 100 yaşına basan İstiklal Marşı’mızın yeri bambaşkadır. Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ında yer vermediği ve “Kahraman Türk Ordusu’na” ithaf ettiği bu eser, geçen yüzyılın başında tam anlamıyla ateş çemberinde kalmış ve ölüm kalım mücadelesi vermiş milletin, olur da bir gün kim olduğunu ve geçtiği yolları kaybederse “neyi kaybettiğini hatırlayacağı” bir metindir. Gözümüzün önünde duran, henüz çocuk yaşta tanıştığımız ve sıklıkla okuduğumuz bu şiiri daha derin düşünecek imkanları sağlamaktan geri durmamalıyız.

1921’den 100 yıl sonra, yani bu sene hem Mehmet Akif hem de İstiklal Marşı hakkında yeni metinler ve kitaplar okuyucuyla buluştu, yıl sonuna kadar da buluşmaya devam edecek. Umuyorum ki tüm bunlar çıkarken “Neymiş Hikayesi?” diye kulak kabartanların sayısı çoğalır; elde olanın kıymetinin yolda bulunanın kıymetinden daha az olmadığını unutmamak gerek.


Esad Mücahit Eskimez'ın Yazısı.