Dünya Bahara Gebe, Toprak İnsanlığa
Site Özel
1450 okunma
Birsen Bağcı
Varoluş sancısının en baskın hissedildiği yerlerdir kentler. Toprağın yüzünü çimento ve demirden örtülerle kapatıp, bıçakladığı yaralıların akan kanlarını hesaba katmadan, işlemeli beyaz keten kumaşlara saklamak gibi gafilane bir yaşamak...
Artık bir medeniyet değildir bu, birbirinin aynısı olmakla övünen, nüshasını üreterek devinip duran ülkeler, şehirler, günler, aylar, yıllar ve insanlar...
Nurunu yitirmiş gündüzlerde çırpınmak, hiçbir cihada karşılık değil. Ruhlarımız da feveran eden arsız enaniyetlere karşı omurgalı bir duruş bile değil.
Oysa bilmezdik biz çocukken sınırlar ötesinde dökülen kanları, ağlayan çocukları, kanadı kırılmış ebabil kuşlarını, onuru yıkık anaları, bacağı kopmuş erleri...
Bilmezdik zehri şifa diye zerk edenleri...
Uçaklar yalnız gurbete giden babalarımızı çağrıştırır ve el sallardık buğday tarlalarından göğün maviliğine... Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmazdı. Aşığa Bağdat sorulmaz, ve yanlış hesap Bağdat’tan dönerdi. Şehirlerin şahı idi.
Meleklerin kanatlarını üzerine gerdiği Şam’dan bir ateş yanıyor, dumanı Yemen’i, Mescid-i Aksa’yı, Özbekistan’ı, Afganistan’ı, Arakan’ı, Çeçenistan’ı, Keşmir’i, Kırım’ı, Moro’yu, Mısır’ı, Doğu Türkistan’ı sarmış. Mazlumlar ve mağdurlar tenha da mahzun... Bir sessizlik bürümüş Alem-i İslâm’ı. Sancağı hüzünle dalgalanıyor.
Yeni bir dünyadan, yeni normallerden, yeni bir yaşamdan, alfabenin son harflerine denk gelen yeni bir kuşaktan bahsediliyor. Bahsetmek az gelir belki, mıh gibi çakıyorlar dimağlarımıza ince ince ve sezdirmeden.
Bu dünyada her yeni gündüz ile yurtsuz, karnı boş, en basit insanî gereksinimlerini bile cellatlarının lütuf zannına dönüştürdüğü bir kimsesizler gürûhu var iken, yaşarken diri diri toprağa gömülen umutlarıyla yetinmeyi öğrettikleri ve canları hiç pahasına pazara çıkarılanlar kimsesizler mezarlığında Fatiha’ya muhtaç uyurken, ölümün hak olduğu gerçeği ve ecel hakikati yokmuş gibi ölüm sayılarını veriyorlardı...
Küresel bir akıl danesi ile ölümsüzlük ya da sürekli ertelenmiş bir ölüm fikri! Ölümü de öldürdüler! Aylan bebeğin karaya vuran ufacık bedeni bile ölümü aklımıza getirmezken kendi ipliğimizi aradık can pazarlarında. Aylan’ımın soğuk bedeninin müsebbibi olanlar “Dünya İnsanî Zirvesinde” gözyaşı döküp çare aradılar(!)
Sezai Karakoç ‘un “Evet, insanlık Batıyı içiyor. Fakat bu içiş onu şifaya götürmüyor. Hatta yavaş yavaş zehirliyor onu” dediği gibi...
İnsanî ve doğal sorunların sebebi olanlar, dini, dili, rengi, ırkı üzerinden canları kategorize edenler ülkelere demokrasi ve insan hakları dersi veriyorlar. Birde panzehir sundular elleri ile yaptıkları zehre! “Ülkemizin hiçbir meselesi yoktur ki İslâm ile münasebeti kurulmadan anlaşılabilsin ve çözülebilsin”. Ülkemizin hiç bir meselesi yoktur ki kapitalizm ile olan ilişkisi kurulmadan anlaşılabilsin ve çözülebilsin. (1)
Evde kal dediler!
Sesiz ol dediler!
Uzak dur dediler!
Bir şairin onurlu dizeleri çisenti olup indi gönlümüzün boşluklarına “evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim.”
Döndük...
Bir beklemeyi üleştik âlem ile...
El Emin’in ümmetine yaraşır bir beklemeydi bizimki. Edepli, dingin ve sabırlı. Korku ile ümit arasında, yerini bulamamış bir içtenlikle bekledik.
Toprağın mealini okuduk birbirine bakan yapılardan. “Küçük bir Bâbil gibi her penceresinden ayrı bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartmanlar” (2) teskine yetmedi kurumuş ruhları uyandırmaya.
“Sabredin! Hüzünsüz bir neşe ve darlıksız bir bolluk olmaz.”(3) hakikatini unutup anı yaşa, gün bu gündür, bir kere geldik dünyaya safsataları ile zehirlendik. Oysa hüznü de hakkı ile yaşamalıydı insan, sabrın, yavaşlamanın ruhun sükununa merhem olduğunu anlamalıydı.
Şairin dediği gibi;
“Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek,
Kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan,
Umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış,
Böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa
Başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı
Aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, Alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?” (5)
Bir bahar gerek şimdi ruhların nadasına ve bir aydınlık kardan beyaz. Bir umut, karşılığı göklerden gelen. “Diriliş, ruhun yanıp kavrulma şartlarından doğacaktır. Yanıp kavruluş, sonra diriliş.” (4)
Hiç olmadığı kadar hasretiz belki toprağa. Hududullahı çiğneyip tükettiğimiz toprağa. Nasıl ki kâinatın ve insanın dirilişi toprakta olacaksa, ruhun dirilişi de toprakta olacaktır. Biz toprağa, toprak insanlığa her zamankinden muhtaç.
Öyleyse bu baharda yaşlı bir acıya gebe olan dünyanın doğumu toprağa olsun, olmalı, olacak! Çünkü toprak ile münasebeti kesilen her şey kurumaya mahkumdur. O insanın özü ve ademoğlunun hamurudur.
Öyleyse bu bahar da çocukluğumun taş duvarlar arasından menekşe açan bahçelerine dönelim. Kavakların hışırtısına, bağların yamacına dönelim. Nenemin bakraçlarına, dedemin tırpan salladığı yonca tarlalarına dönelim.
Cahit Zarifoğlu’nun “beyaz haberlerine”, yedi güzel adamın şiirlerine, öykülerine dönelim. Gesi bağlarına yaslanan taş yapıt evimizin uçsuz bucaksız üzüm bağlarına bakan verandasında “Yaradan Rabbinin adıyla oku” hakikatiyle çevirdiğimiz kitap sayfalarına dönelim. Anlatım bozukluklarının göze batmadığı şivemize dönelim. Asfaltta gezen gözlerimizi de alıp, selâm vermekten boynumuzun ağrıdığı köyümüze dönelim. Naylon örtüleri de burada bırakıp annemin kapkalın yün yorganlarına dönelim.
Rahmanın rahmetinin bir damlasının herkesin rızkına kefil olduğunu unutmadan yaşadığımız günlere dönelim.
Dönelim ne olur, bu bahar toprağa dönelim. Alıntılar :
(1) Prof. Dr İsmail Kara
(2) Ahmet Hamdi Tanpınar
(3) Abdulkadir Geylani
(4) Sezai Karakoç
(5) Şiir Şükrü Erbaş
GENÇ'ın Yazısı.