Rabia Karzan

Bizim oralarda elbisenin yıpranmasına, bir şeyin aşınmasına “üzmek” derler. Aslı da öyle imiş zaten. Yani sözlüklerde de böyle geçiyor. Ben de bizim Anadolu insanının nahifliği diye anıyordum aklıma geldikçe. Küçükken ise hiç sorgulamadım. Örgü ördüğüm ipi, işlediğim kumaşı, yeni alınmış kıyafeti üzmemeye çalıştım. Böyle deyince insanın eşyaya olan hürmeti ortaya çıkıyor sanki. Çünkü üzmek aslında kesmek, kırmak, koparmak anlamlarına geliyor. Eski Türkçede üz ifadesinden hareket ile. Birini incitmek gibi bir manaya ise 18-19. yüzyıllarda anlam sıkışması yaşayarak indirgeniyor. Fakat mecazi anlam ya da halk ağzında aşındırmak ifadesini karşılaması çok manidar. Demek eski insanlar insanı incitmeyi eşyayı artık onarılamaz hale getirmek gibi görmüşler. Evet o eşya hâlâ kullanılabilir ve bir şey elde edilir belki ama ilk zamanki gibi olmaz. İşte üzdüğün kırdığın insan da düzelir belki ama eskisi gibi olmaz. İnsan unutur zanneder ama kalpler yaşadıkları acıları unutmaz. İzi kalır, ismi silinir acısı kalır. Canın yanar belki anlamazsın neden. Beyin bile unutur ama yürek sızlar. Ancak güçlü bir inanç bu yükü temizler; affetmek.

Ahmet Murat deneme kitabına “Belki de Üzülmeliyiz” ismini vermişti. Belki de insanları üzmekten çekinmekle beraber üzülmenin hikmetlerini de kendimizde tefekkür etmeliyiz. Belki içimizden kopması gerekenler vardır. Belki en güvenmemiz gerekenin yerine başkasını koyarak haddimizi aşmışlığımız vardır. Üzülmek acı bir sille gibi hatırlatmak istiyordur bize. Bir musibet bin nasihatten evladır, düsturunca. Hep haksızlık edildiğini düşünürüz de bunlar gelmez aklımıza. Sanki dünya her hakkın yerini bulacağınız yermiş gibi. Ya cennete ne kalacak? 
 
Başka bir pencere açacak olur isek eski Türkçedeki üz kelimesinin koparmak anlamından koparılan olarak üzüm türemiştir. Üzüm, koparıla koparıla yenilen meyve. 
 
Yine kişiyi yerden ayıran alet olarak üzenginin de buradan geldiğini söyleyenler vardır.
 
Kesmek, ayırmak manasından gelen bir de üzgeç kelimesi var ki, biz şimdilerde kullanmayız. Fakat Şemseddin Sami bu kelimeyi ip merdiven olarak tanımlamış.
 
Bir üz nerelere gitmiş gelmiş. Yine de üz-mek deyince aklımıza hep bugünkü anlamı ile kırmak, incitmek gelecek. Fakat sevdiğimizi aslında kestiğimizi, karşımızdakinin içinden bir şeyler kopardığımızı da unutmayalım derim. Bizdekini tefekkür nimeti bilelim ama kimsenin üzüntüsüne gamına sebep de olmayalım. Üzüntü, gam... Bir de daha üstü var ki, “içim dağlandı” deriz biz buna. Tıpkı Necip Fazıl’ın satırlarındaki gibi...
 
Seni dağladılar, değil mi kalbim,
 
Her yanın, içi su dolu kabarcık.
 
Bulunmaz bu halden anlar bir ilim;
 
Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık.
 
Sensin gökten gelen oklara hedef;
 
Oyası ateşle işlenen gergef.
 
Çekme üç beş günlük dünyaya esef!
 
Dayan kalbim üç beş nefes kadarcık! 


GENÇ'ın Yazısı.