Süleyman Çınar
Kış ayları yaklaşırken beyaz bir yolcunun hasreti düşer yüreklerimize. Gözlerimiz yeryüzünü, çatıları, gökyüzünü beyaza boyayan dostları görme arzusuyla yanıp tutuşur. Dostun yolunu gözleme nöbetine saatlerimizi, günümüzü, haftalarımızı hatta bazen aylarımızı hasrederiz. Fakat onun geleceğinin muştusuna dair ne bir iz ne de bir haber ulaşır. Kâh heyecanlı kâh melül mahzun çehremizle kül rengi bulutların arasından yüreğimizi hafifletecek müjdeyi bekleriz.
Ufkun aydınlığıyla gökyüzüne çevrilen gözlerimiz, ufuk karardığında bile yere inmez. Biz bulutlara bakarız, bulutlar da bize bakar sanki bir şey istermiş gibi. Bilmeyiz dillerini, anlamayız lisanlarından lakin bir şey istediklerini gönlümüzden hissederiz. “Ben geldim geleli açmadı gökler / Ya ben bulutları anlamıyorum / Ya bulutlar benden bir şey bekler” dediği gibi Sezai Karakoç’un.
Gönül telinin eşsiz nağmesi gözyaşıyla, yılların tortusunu üzerinde taşıyan gözlerimizi semaya çeviririz. Gözlerimiz, gönlümüzün ettiği duaya sanki âmin dercesine sürekli kırpılır. Beklenen dost, nazlı bir gelin gibi arzı endam ederek teşrif eder. Yeryüzünü saf, berrak, taze bir bereket kaplar. Siyaha yer kalmayacak kadar bembeyaz kesilir her yer. Bunca beyazlık gönlümüze sürur verirken yüreğimizin karalığından utanırız. Efil efil yağan bembeyaz karı, yüreğimizin karalığına sürmeyi dileriz. Günahlarla, hatalarla, yanlışlarla kararttığımız kalbimiz, bu lahuti beyazlıkla temizlensin isteriz. Biz böyle utandıkça yavaş yavaş ilahi bir akis kaplar yüreğimizi. Yağan karlar misali, gönlümüzü saran paslar, kirler ve karalıklar tek tek düşer. Gözlerimizi hapseden güzellik yeryüzüne aheste aheste düşerken gönüllerimize de rahmet yağar.
Kar tanelerinin her biri, yeni doğan bir çocuk gibi bereketle doğar yeryüzüne. Saf, nurani, pırıl pırıldırlar. Gökyüzünden inerken hiçbiri birbirine değmez lakin yeryüzüne indiklerinde soğukluğun içerisinde birlik ve beraberliğin getirdiği sıcaklığı yaşarlar. Her birinin kaderi insanın kaderine benzer. Kimi kar tanesi diğer kar taneleriyle birlikte biraz zaman geçirir yeryüzünde kimisi de yeryüzüne iner inmez toprağın kara bağrına doğru sessizce yol alır.
İnsan, kar gibi bembeyaz bir fıtratla; nezih, güzide bir mizaçla donatılarak gönderilir bu âleme. Lakin kar nasıl ki, hamur gibi insanın elinde çeşit çeşit şekil alabiliyorsa insan fıtratı da kar gibi eğilip bükülebilir, onu yetiştirenin eliyle şekilden şekle koyulabilir. Kimimiz güzellik harikası olarak bakar kara kimimiz de kartopunun içerisine taş koyarak başkasına zarar vasıtası olarak kullanır onu. İnsan fıtratı da kiminin elinde yeşerir, dal budak salar; kiminin elindeyse köhnemiş, karanlık bir haneye döner.
Kar bazen üçer beşer düşer yeryüzüne bazense gözümüzü açtırmayacak kesiflikte yağar. Tek tek geldiklerinde pek tesir etmezler. Toprakta yahut insanın saçında, ellerinde eriyip giderler. Bir sağanak şeklinde yağan karsa birikir. Hatta öyle ki, insana zor anlar bile yaşatabilir. Bu durum hayattaki fert-cemiyet ilişkisine benzer. İnsan, sosyal bir varlık olarak ancak cemiyet içerisinde, insan topluluklarıyla bir ve beraber olursa yaşayabilir. Ferdi yaşam, kar taneleri gibi kolayca eritip yok eder insanı. Cemiyet hayatı ise biriken kar yığınları gibi insanı dimdik ayakta tutar. Sert, sıkı, güçlü bir karakter; maddi manevi tavizsiz bir mücadele azmi kazandırır.
GENÇ'ın Yazısı.