Süleyman Çınar

Vesaitlerin hepsi güzel bir nimettir şüphesiz ama benim nezdimde tren bir başkadır. Trenin güzelliği gönlüme nasıl girdi bilmiyorum. Belki küçükken ev ile hastane arasında mekik dokurken hastanenin naftalin kokusundan, okulun yorgunluğundan uzaklaştırdığından, belki trende hafızama kazınan güzel hatıralardan ya da tanıştığım güzel insanların sevecenliğinden orayı ikinci bir ev olarak kabul edişimden, belki raylardan çıkan o sesin bir ninni gibi gelmesinden yahut belki de dağların eteklerine kurulan küçük kasabalardan haber getiren cılız ışıkları bir hikâye ilhamı kabul edip kendimce küçük hikâyeler yazmama vesile olduğundandır, bilmiyorum. Hepsi olabilir. Ama seviyorum işte. “Sevginin “ama”sı, “nasıl”ı, “neden”i olmaz”, derler. “Sevgi “niye”sizdir.”

Trenle ilgili epey hatıram var. Ama içlerinden bana en yakını, tren ve kitabı özdeşleştirdiğim o hatıradır. Ankara’ya her gittiğimizde eve pek çok kitapla dönerdik. Gitme maksadımız hastane olsa da Hacı Bayram-ı Veli Camii çevresindeki, Kızılay’daki kitapçıları arşınlamadan gelmezdik. Tabii burada en büyük rol babamındı. O götürmeseydi, dolaştırmasaydı, kitap ve kitapçı sevgisini aşılamasaydı gitmek, bulmak ya da kitaba aşina olmak muhal olurdu benim için. Kitapçıya her ayak basışımda bir kucak dolusu kitapla kasada bulurdum kendimi. Kasaya kadar birkaç kitap daha seçer, hatta kasadayken aklıma gelen kitapların heyecanıyla melül, mahzun babamın yüzüne bakardım. O da hemen anlardı tabii, “Hadi çabuk al gel” derdi. “Baba” derdim çocuk halimle, “Yine yük oldu sana, bu kadar kitap.” “Yoook” derdi, “Bu hayatta iki şeye verilen paraya acımayacaksın. Biri kitaba, biri yemeğe. Biri mideni doyurur, sağlığını zinde tutar. Diğeri zihnini doyurur, gönlünü zinde tutar.”
 
İşte o yolculuklardan birinde, yine bir torba kitapla Ankara’dan dönüyorduk. İzmir Mavi Ekspres’e bindik. O zamanlar bir huyum vardı, çocukluk huylarımdan biri işte. Kitapta bir bölümü sevmişsem ya da beğenmişsem onu başkasıyla mutlaka paylaşmak isterdim. Tabii bu paylaşım normal değil, biraz anormal tarzda olurdu. Kitaptaki beğendiğim bölümü, paylaştığım kişiye bizzat kendim okumak isterdim. Bu; zaman, mekân, kişi ayırt etmeyen bir huydu. Ne zaman nüksederse orada başlardım okumaya. Bu sefer de trende nüksetmiş. Son ses okumaya başlamışım. Çocuk olduğumdan tam hatırlayamıyorum hâliyle, babam anlatıyor. Babam ne kadar susturmaya azmettiyse de her yolu denediyse de kâr etmemiş. Vagon da ağzına kadar yolcuyla doluymuş. Ben okurken hafif bir sessizlik, tenhalık çökmüş vagona. Daha sonra gücüm tükenmiş, uyuyakalmışım. Elbette babam da bir “oh” çekmiş derinden. Çekmiş çekmesine de diken üstünde, gözler onun üzerinde. Gelecek tepkileri bekliyor. Ardından vagonun arkalarından bir amca bağırmış, “Bir çocuk kitap okuyordu, ne oldu?” Babam mahcup bir edayla, “Kusura bakmayın, bizim çocuk biraz densizlik etti.” diyerek özür dilemeye kalkışınca, “Ne kusuru beyefendi” demiş amca, “Biz sesini de okuyuşunu da okuduğu kitabı da çok beğendik. Çok güzel oldu bizim için, yolculuk aktı geçti.” O vakit babam tebessüm etmiş. 
 
Trene her bindiğimde bu hatıra hatırıma gelir ve tebessüm ederim. Ceplerinde nevale taşıyıp minik gözlü afacanları sevindiren güzel amcalar gibi, o amca ve sözleri de okuma hususunda şevklendirdi beni, bir kıvılcım yaktı gönlümde. Bunun gibi küçük gördüğümüz, kelebek kanatlarındaki küçük devinimlere benzeyen hareketlerimiz, düşüncelerimiz, tebessümlerimiz, sözlerimiz başkalarının gönüllerinde nice büyük, güzel, nadide ve kıymetli hatıralar oluşturuyor belki ama bunu çoğu zaman fark etmiyoruz.
 
Kitap ve tren deyince bir güzel insan geldi hatırıma; Mustafa Kutlu. Yanımda bir kitabı var yine. Yolculuklara onsuz çıkamaz oldum. Yolculuklar, bir anlamda Kutlu’yla eş hâle geldi. Bunun farklı sebepleri var elbette. Güzel hikâyeler, güzel yolculuklara layık. Bir sebebi bu. Diğer sebebi ise, Kutlu’nun hikâyelerinin bir tren yolculuğu gibi akıp gidiyor olması ve bazı hikâyelerinde de trenin bizzat kendisinin olması. Bu, yolculuğumun daha bereketli geçmesine vesile oluyor diye düşünüyorum. 
 
Mustafa Kutlu ve kara tren. Diğer bir benzeştirdiğim nokta. Kara treni, hikâyelerinin içerisine hoş bir motif, tüm olay örgüsünü tamamlayan bir imge, derin ve kapsayıcı bir ayrıntı olarak yerleştiriyor. Uzun zamandır bunun nedenini düşünüyordum. Kendimce bir sebep buldum elbet, belki odur belki değildir, bilemem. Ama şunu biliyorum ki, kara trenler Anadolu’nun derin hasretini, özlemini, sevdaluğunu, aşkını, sevincini, hüznünü, acısını, neşesini, dinmeyen heyecanını, sarsılmayan kuvvetini, cefasını, sefasını, yüzyıllardır süregelen kardeşliğini taşıyor. Bunların içinde de insanı en çok vuran duygu, hasret. 
 
Hasretle kavrulan Anadolu insanı trenin rengi ne olursa olsun, tüm trenleri “kara tren” olarak nitelendirmiş. Kara trenin karalığı, trenin kara olmasından değil de daha ziyade hasretin acısının karalığından olsa gerek. Ondan dolayı, “Kara tren gecikir, belki hiç gelmez / Dağlarda salınır da derdimi bilmez…” demiş yaralı bir yürek sahibi. Başka bir yaralı gönül de -sanki ona nazire eder gibi- gönlünden damlayan intizar damlalarını şöyle dillendirmiş, “Kara tren gelmez mi ola, düdüğünü çalmaz mı ola / Gurbet ele yâr yolladım, mektubumu almaz mı ola…” 


GENÇ'ın Yazısı.